İnanılması Güç ama Gerçek: Çocuk ve Suç

Çocuk ve suç kavramları her ne kadar birbirinden bağımsız kavramlar olarak gözükse de işin asıl boyutu çok farklıdır. Suç, tüm toplum bireylerine hitap eden bir konu olduğu için toplumumuzun en masum kısmını da içerisine almaktadır. Suç kavramı, geçmişten günümüze daha doğrusu insanlığın ortaya çıkışından itibaren çok çeşitli kılıflara bürünmüştür. Bununla birlikte, birçok alanla da (hukuk,...

Çocuk ve suç kavramları her ne kadar birbirinden bağımsız kavramlar olarak gözükse de işin asıl boyutu çok farklıdır. Suç, tüm toplum bireylerine hitap eden bir konu olduğu için toplumumuzun en masum kısmını da içerisine almaktadır.

Suç kavramı, geçmişten günümüze daha doğrusu insanlığın ortaya çıkışından itibaren çok çeşitli kılıflara bürünmüştür. Bununla birlikte, birçok alanla da (hukuk, sosyoloji, psikoloji, felsefe, ekonomi) içe içe geçmiş, her biri kendi içerisinde suç kavramını hem tek başına hem de başka konu başlıklarıyla birlikte değerlendirmiştir.

Ceza Hukuk’unda suç “yasanın cezalandırdığı hareket” şeklinde ifade edilmiştir. Bu yasalar, yine toplum tarafından düzeni sağlamak için konulmuş olsa bile yine kural koyucu toplum içerisinden bu normlara olumsuz tepkiler geliştiren insanlar da çıkmaktadır. Bu tanım oldukça basit olmasına rağmen çok farklı açılardaki tüm olay ve durumları kapsamaktadır. Örnek verecek olursak; herhangi bir mağazadan kıyafet çalmak ya da bir mağazaya girip tanıdığınız veya tanımadığınız birini orada öldürmek suç olarak kabul edilir.

Milattan önce 7. Yüzyılda İyonya’da ortaya çıkan, yeni bir düşünme tarzı olarak tabir edilen felsefe alanı da bu konuyu ele almıştır. O dönemdeki düşünürlerden biri olan Platon, suçu bir çeşit ruh hastalığı olarak düşünmüş ve sebep olarak üç fikir belirtmiştir. Bunlar “tutkular, haz arama alışkanlığı ve bilgisizliktir” (Yavuzer, 2013, ss. 23). Platon’un akademisinde öğrenci olan ve aslında Makedonyalı olan Aristoteles, suçluların toplum düşmanı olduğunu ve şiddetli bir şekilde cezalandırılması gerektiği düşüncesine sahiptir. Aristoteles, suç eylemini gerçekleştirmenin nedenlerini, toplumsal şartlarda aramıştır. Bu nedenledir ki, bazı kişiler Aristoteles’i “Suç Sosyoloji“si alanının kurucusu ve öncüsü olarak kabul etmektedir.

Günümüze biraz daha yaklaşacak olursak eğer, önemli sosyologlardan olan Emile Durkheim’a göre; “bir eylem, toplum bilincinin güçlü ve daha önceden belirlenmiş yaşayış tarzlarına saldırı içerikli davranışlarda bulunduğunda suç olarak kabul görülmektedir.” Burada suçun ne olup ne olmayacağını belirleyen, toplumun yargılarıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi suç kavramı önemli ölçüde sosyal ve görecelidir. İnsanın biyopsikososyal bir varlık olduğunu düşündüğümüzde hiç kuşkusuz bu fikre karşı yabancı kalmamaktayız.

Sanayi devrimi, 18. ve 19. yüzyıllarda tüm Dünya’nın seyrini önemli bir şekilde etkileyen ve değişimine olanak sağlayan bir yenilikti. Var olan her yeniliğin ilk bakışta avantajları olduğu gözükse de, birçok dezavantajı  beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Sanayi devrimi, buharlı makine gibi önemli icatlara sahiplik yapsa da suç, çeteleşme ve gasp gibi birtakım olumsuz durumların da yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Endüstri devrimi sonrasında aileler bundan olumsuz bir şekilde etkilenmiş, var olan aile birliklerinin bozulduğu görülmüştür. Kontrol altında tutulamayan, ebeveyn gözetiminden yoksun çocuklar, sokağın tehlikeli tarafına yönelmiş ve suç işlemeye hazır birer birey haline gelmiştir.

19. yüzyılın ikinci yarısında suçun nelere sebep olduğunu, kişiyi hangi sebep ya da sebeplerin suça yönelttiğini, aynı zamanda bu eylemi gerçekleştirdikten sonraki adımda neler yapılması gerektiğini, tüm bunlara rağmen suç işlemiş olan kişiyi tekrardan topluma iyi edilmiş bir şekilde kazandırmak için neler yapılıp neler yapılmayacağını araştıran bilim dalına “kriminoloji” adını vermekteyiz. Kriminolojinin Türkçe karşılığı olarak Suç Bilimi kavramını kullanmaktayız.Kriminoloji İlkeleri(Principles Criminiology) adlı kitabını oluşturan Sutherland kriminolojiyi şu şekilde açıklar;

“Suçu sosyal bir fenomen olarak ele alan bilginin bütünü” der ve devam eder: “İstenmeyen birtakım hareketler, sosyal toplumlarda suç olarak belirlenir. Buna karşın, bazı kimseler bu tür suçları yapmakta ve mevcut davranışlarını sürdürmekte ısrar ederler. Bu durumda toplum buna cezalandırma, iyi etme ya da engelleme gibi yollarla tepkide bulunur. İşte bu karşılıklı ilişkiler kriminolojinin ana maddesini oluşturur” (Yavuzer, 2013, ss. 26).

İnanılması Güç ama Gerçek: Çocuk ve Suç

Geçmişten bugüne kadar birçok uzman, suçluluk olgusunu kalıtsal diğer bir deyişle biyolojik nedenlere dayandırırken, bir kısım araştırmacılar toplumsal ve duygusal hallerin etkileri üzerinde durmuştur. Biyolojik sebepleri göz önüne alırsak; hormon düzensizliği, genetik anomaliler, organik kişilik bozuklukları, cinsel sapkınlıklar, epilepsi ve beyin tümörü gibi çeşitli etkenler sıralanabilmektedir.

Bizim bir arada bulunmasını garipsediğimiz çocuk suçluluğu ibaresi için ise Lombrosso ilk defa “doğuştan suçluluk” (born criminal) tabirini kullanmış ve suç işleyen kişilerin bazı vücut kısımlarında “stigmata” denilen noksanlıklar bulunduğunu düşünmüştür. Doğuştan suçluluk kavramını açıklayacak olursak eğer, burada bahsi geçilen durumda suç işlemiş olan kişinin ailesinde, yakın çevresinde ya da büyük dedelerinden gelen kalıtımla beraber topluma ahlaki duygularından yoksun olarak dahil olan kişidir doğuştan suçlu. Bu kalıtım özelliklerini takip eden ve suça etmen olabilecek koşullar denildiğinde fizyolojik, zihinsel, mizaç ve psikolojik belirtiler sıralanır ve bunların yanı sıra alkolizm, madde kullanımı, dikkat problemleri ve çocukluk çağı depresyonu gibi olguların suç ile ilişkisi bulunmaktadır. Görüldüğü gibi kalıtım tek başına yeterli bir sebep görülmemekte, bununla birlikte birçok sosyal ve psikolojik etmenler de sıralanabilmektedir.

Suçun oluşumunda ve gelişmesindeki etken faktörlerin içerisine zekayı da alabiliriz. Spesifik bir tanımını yapamasak da zeka için önemli ölçüde kalıtım yoluyla gelen aynı zamanda çevresel koşulların iyiliği ya da kötülüğüyle şekil alabilen ve yaşam boyunca kendini değişik şekillerde gösteren çok yönlü, hızlı problem çözme gibi genel bir yetenek olarak tarif edilebilir. Lombrosso’nun ortaya attığı teori o zamanlar tutunacak güçlü bir sebep bulamadığından ötürü, bunun yerine suç işleyen herkesin zihinsel olarak bir yetersizliğe sahip olduğu düşüncesi hızla yayılmıştır. Aynı zamanda bunun üzerine birçok çalışma gerçekleştirilmiştir. H. H. Goddard’a göre “Bütün geri zekalılar suçlu, bütün suçlular da geri zekalıdır.”

1910 ve 1914 yıllarında yapılmış bir çalışmada, suç işleyen kişiler arasındaki zeka geriliğinin %50 oranında olduğu belirlenmiş; 1924 ve 1928 yılında yapılmış olan bir diğer çalışmada ise bu oran %20 dolaylarına inmiştir. İngiliz bilim insanı Sir Francis Galton tarafından geliştirilmiş olan zeka testleri, bu alanda da kullanılmıştır. Suçlu ve suçsuz insanlar olarak büyük denek grupları oluşturulmuş ve bunlar arasında anlamlı bir farklılık bulunup bulunulmadığı araştırılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda  zihinsel yetersizliğin tek başına bir sebep olarak görülemeyeceği eleştirel bir gözle bakıldığında tespit edilmiştir.  Buna rağmen, zeka ve suç arasında görülen ilişkiyi desteklemeyen çalışmaların dahilinde, bunlar arasında bir ilişkinin de olabileceğini ön gören çalışmalar literatürde bulunmaktadır.

Dünyada, suçlu çocuk kavramı yerine suça sürüklenen çocuk kavramının kullanımı tercih edilmektedir. Burada vurgulanmak istenen aslında çocuğun tek başına suça yönelemeyeceği, bunu etkileyen birçok faktörün varlığıdır. Bunlardan bahsedecek olursak; aile yapısı (kalabalık, çok çocuklu aile), ekonomik koşullar, ailedeki bir bireyin yoksunluğu, içerisinde bulunduğu arkadaş ya da akraba çevresi, göç ve eğitim gördüğü okul olarak sıralanabilir.  Okul hayatına başlamadan önce belli başlı normları; yaşantımıza ve topluma dair bilinenleri bize aktaran kişiler ebeveynlerimizdir. Tüm bunların yanlış ya da doğru bir biçimde aktarılması, çocuğun ileriki yaşantısında nasıl bir hale bürünebileceği hakkında bize ipuçları verebilmektedir.

Ailedeki bir kişinin yoksunluğu, (burada öncelikli olarak baba ya da anne işaret edilmektedir) çocuğun dış çevreye doğru kaymasına yol açabilir. Çocuk, ailesinde bulunan herhangi bir kişiye yakınlık  gerçekleştiremeyip bir rol model edinemediğinden ötürü, bu eksiklik durumunu dışarıdan herhangi bir grup üyesini kendisine model alarak gidermektedir. Bu durum çocuğu var olan tüm olumsuzluklara daha açık hale getirmektedir.  Bunlarla birlikte ailesi tarafından duygusal açıdan yoksun bırakılmış olan çocuk, bu doyumu dışarıdaki grup ya da ona karşı ilgi ve şefkat gösterdiğini zannettiği bireyler tarafından gidermektedir. Genel olarak bakıldığında ise bahsi geçen gruplar, çocuğu zararlı ilişkilere ve tehlikeli ortamlara sürüklemekte bu da beraberinde suçu getirmektedir.

Sadece refah düzeyinin kötü olduğu yerlerde ya da gruplarda suç kavramına rastlanmamaktadır. Ekonomik durumun iyi olduğu yerlerde de bunları görebiliriz. Örnek olarak yetişkin suçu olarak sayılan “beyaz yakalı suçlar“ı gösterebiliriz. İyi hayat koşullarına mensup kişilerde oluşan tatminsizlik, kişiyi daha fazlasını aramaya ya da kendisini bambaşka mecralarda görme isteğinden dolayı  kişiyi, suçun göbeğine isteyerek ya da istemeyerek sürükleyebilmektedir. 

Haluk Yavuzer’in Çocuk ve Suç kitabından almış olduğum bir paragrafı sizlerle paylaşmak istiyorum:

“On yaşından beri kendimi yalnız hissediyorum. Bu duygu bazen beni çok etkiliyor. İçimden ağlamak geliyor. Annem beni, ille okuyacaksın diye zorlamıyor. Hatta bana, ‘Senin sağlığın önemli.’ diyor. Ama bu söz bana yetmiyor. Ondan biraz daha şefkat istiyorum. Annem, on yaşımdan beri çok sinirli oldu. Eve gittiğimde bir işi tam yapmazsam, karşımızdaki komşunun kızlarını örnek gösteriyor. İşte o zaman çok sinirleniyorum ve üzülüyorum. O, beni seviyor mu bilmiyorum ama ben, onu yine de seviyorum. Şimdilik olanak olsa, bir tek şey var değiştirmek istediğim. O da annemin bize daha ilgi göstermesi ve başkalarını bize örnek göstermemesi.”

“Bir kış gecesiydi… Babamla uyuşamadık. Beni hırpalayınca, evden kaçtım. İstasyonda sabahladım. Ertesi gün bankadan para çeken bir kadının para çantasını aldıktan sonra, İstanbul’a kaçtım.”

Burada verilmiş olan örneklerde olduğu gibi, duygusal yoksunluğun görülmesi ve ebeveyni tarafından şiddete maruz kalmış olan çocuğun hayatının seyri önemli ölçüde değişmiştir. Yeniden belirtilmelidir ki; genellikle insan ana rahmine düştüğü andan doğum anına, gelişiminin başladığı ve ölümünün gerçekleştiği ana kadar bir aile içerisinde serpilir ve toplumun en küçük birimi olarak kabul etmiş olduğumuz bu kurum kişiyi fiziksel, ruhsal, ekonomik ve sosyolojik olarak biçimlendirmektedir. Burada çocuğa verilmiş olan her uyaran, onun gelecekteki karakterini belirleyecektir. İlk sosyal kazanımlarını edindiği bu ortamda iyi ve sağlıklı iletişim becerileri geliştirmek, gerektiği yerde ve içinde bulunmuş olduğu yaşının gerektirdiği kadarıyla kendi seçimlerini yapmasına olanak tanınmalı; ona özgürlüğün sadece dışarıdaki ortamlarda bulunmadığını aile içerisinde de bu imkanların ona sunulduğunu ve sunulacağını sadece kelimelerle ifade edilerek değil davranışlarla da tüm bunlar pekiştirilmelidir.

İlgini çekebilir:  Kardeş Kıskançlığı Durumunda Neler Yapılmalı?

Suç eyleme döküldükten sonra, buna karşılık olarak bir yaptırım olmaktadır. Bu yaptırıma ceza adını veriyoruz.  Ceza sözlük anlamı olarak “Suç işleyen bir kimsenin yaşantısına, özgürlüğüne, mallarına, onuruna karşı yasaların öngördüğü yaptırım.” şeklinde belirtilmektedir. Bunun seviyesi, süresi, şekli işlenilen suça göre değişmekle birlikte denetimli serbestlikten müebbet hapis cezasına kadar çeşitlilik göstermektedir.

Çocuklarda ceza sistemi, yetişkinlerinkine göre daha farklıdır. Tarihteki ilk yazılı hukuk kuralları olan Hamurrabi yasalarında yetişkin ve çocukların işledikleri suçlardan sonra uygulanabilecek cezalar yer almıştır. Sümerlerde, İbranilerde ve İslam gibi toplumların ceza hukukunda da çocuk ve yetişkin ayrı bir şekilde değerlendirilmeye tabii tutulmuş ve kanunlar bu şekilde belirlenmiştir.

Hukukta çocuk, 11-18 yaş arasına mensup bireylere denilmektedir. İstatistiki verilere bakıldığında en çok suçun 14 yaşında işlendiği görülmektedir (Yavuzer)Buna sebep olarak ise çocuğun adolesan (ergenlik) döneminde olmasıdır. Bu evrede hormonların da getirmiş olduğu biyolojik hareketlilik ve soyut evreye geçişin ilk adımlarının atılmasıyla beraber çocuk kendi benliğini sorgulamaya başlar. “ben kimim?”, “bana ne olacak?”, “kimi örnek almalıyım?” gibi sorulara kendi içerisinde yanıt aramaktadır. Bu da beraberinde çocukta bir varoluş kaygısı yaratabilmektedir. İçinde kendi başına yetebileceğini, işlerini kimseye ihtiyacı olmadan tamamlayabileceğini kanıtlama isteği vardır ve aileden bağımsız, özgür bir birey haline gelmeyi arzular. Bu baş kaldırış, aile tarafından gelen olumsuz tepkilerle birleşerek çocuğu hiç olmadık yerlere sürükleyip, bir suç mahallinin ortasında kendisini bulmasına neden olabilir.

Dünya üzerinde var olan ülkelerde ceza ehliyeti yaşı çeşitli nedenlere bağlı olarak farklılık göstermektedir. Ülkemizde suça sürüklenen çocukların ceza ehliyetinin başlangıç yaşı 12’dir. Kanada ve Kore’de de aynısı uygulanmaktadır. Bu ceza ehliyeti yaşının başlangıcı 7 yaşından 18 yaşına kadar çıkmakta ve her ülkeye göre değişkenlik gösterebilmektedir.

Suç işleyen her bir kimse, yargı önüne çıkmakta ve işlediği suçun sonucunda da birtakım kararlara varılmaktadır. Bunu düzenleyen alan ise hukuktur ve yargılama süreci yetişkinler ve çocuklar için ayrı işlemektedir. Çocuk mahkemeleri, çocuk suçlular için bulunmaktadır ve hukukun en önemli gelişimlerinden bir tanesidir. Buna neden olarak psikoloji-hukuk, sosyoloji-hukuk gibi insanı ilgilendiren alanların iç içe geçmesi, birbirini etkilemesi söylenebilir. Dünyada ilk çocuk mahkemesi Amerika’da 1899 yılında açılmıştır. Bundan sonra İngiltere’de 1904’te, Fransa’da 1912’de İtalya’da ise 1932’de kurulmuştur (Akıncı ve Atakan, 1968, s. 11-19). Ülkemizde ise bu 1940 yıllarında gerçekleşmiş ve 1945 yılında da ilk yasa tasarısı hazırlanmıştır. Bu yasanın uygulamaya geçmesi zaman almıştır.

İlk bağımsız çocuk mahkemesi ise 1987 yılında İstanbul, Ankara, Trabzon gibi şehirlerde kurulmuştur ve ilk aşamalarda birçok aksaklık ortaya çıkmıştır. Günümüzde Resmi Gazetede yayımlanmış olan 1979 yılına ait kanun geçerlidir. Madde 6’da “15 yaşını bitirmeyen küçükler tarafından işlenen genel mahkemelerin görevine giren ağır cezalı suçlara ilişkin davalar illerdeki çocuk mahkemelerinde; bunun dışında kalan suçlara ilişkin davalar ilçe ve merkez ilçe çocuk mahkemelerinde görülür.” şeklinde çocuk mahkemelerinin görevi belirtilmiştir. Bununla birlikte tedbir uygulamaları, suçlunun suçu işlediği anda bilincinin yerinde olup olmadığı ya da harekat serbestini ortadan kaldıracak biçimde akli dengesini yitirmiş olabileceği de göz önüne alınması gerektiğinden dolayı gerekli tedavi kurumlarına yerleştirme durumu da var olan kanunda yerini almıştır.

İnsan olarak bizlerin üzerine düşen öncelikli görev, bir çocuğun az evvel bahsettiğim tüm bu olumsuzlukların içerisine gelmemesini sağlamak, onu korumaktır. Her ne kadar tüm yolları sağlama almış olsak da boşluklardan yararlanıp sıyrılan ve kendisini istemediği yerlerde bulan çocuklar, çocuklarımız var. Bunları kaderine terk etmek yapılacak şeylerin en sonunda bile bir seçenek olarak var olmamalıdır kesinlikle.

Neler Yapılabilir?

Kriminoloji alanında, eğitim kavramının gelişimi çok da eskiye dayanmamaktadır. İlk evrelerde, suç işleyen çocuklar, yetişkinler ile bir tutulup onlar gibi ağır cezalar alıyordu. Fakat ‘yeniden eğitim’ kavramı ile çocuğun işlediği suçun sadece hukuki boyutunun ele alınamayacağı; onun gelişiminin getirdiği durumdan ötürü bunun psikolojik ve sosyal olarak da etraflıca incelenmesi ve konuya yönelik bilgilendirme yapılması gerektiği belirtilmiştir. Burada psikolog ve psikiyatrlara önemli görevler düşmektedir. Bu meslek grubuna mensup olan bireylerin suçu değil, suçluyu ele almaları; kişilik özellikleri, ona yönelik olan suçlamaları ispatlamak ve buna yönelik tedavi yöntemleri geliştirmeleri gerekmektedir.

Çocuğu, suça iten sebepler araştırılmalı, suçu işleyen her ne kadar bir çocuk olsa da onu bütünüyle birey olarak kabul etmeli; bu noktada çocuğun başından geçen yaşanmışlıklar da önem arz ettiğinden dolayı psikolog ya da psikiyatr bunları da inceleme alanına dahil etmelidir. Çünkü hiçbir yaşanmışlık aniden oluşmaz. Bunu tetikleyen ya da temelini oluşturan birtakım sebepler silsilesi bulunmaktadır. Buna yönelerek, işe en aşağı katmandan başlamak kişinin iyileşme sürecini hızlandırabilir ve suça sürüklenen çocuğa farkındalık hissini kazandırılabilir.  Tüm bunlar yapıldıktan sonra çerçeveye daha geniş bir perspektiften bakıp, geçmiş ve şimdinin içerisine geleceği de dahil etmeyi göz ardı etmemeliyiz.

Suçlu kişinin yaşadıklarının etkisinin ne denli azaltılabileceğini ne yapılırsa daha olumlu bir hal alabileceği hakkında ebeveynler ile irtibat sağlanmalı ve fikir alışverişi ortamı oluşturulmalıdır. Bununla birlikte gideceği okula da çocuğun başına gelenler hakkında bilgi verilebilir. Tüm bu sağaltım işlemi bittikten sonra, çocuğun belli zaman aralıklarıyla ruhsal, psiko-sosyal durumunu ve içerisinde bulunduğu çevreyi kontrol edebilir ve durumunun iyiye gidip gitmediği hakkında fikir edinilebilir.

Yukarıda anlatılanlar  genel itibariyle çocuk ve suçun ana hatlarını oluşturmaktadır. Bu kavramları -özellikle suçu- kendimce derin ve sonu olmayan bir kuyuya benzetiyorum. Her ne kadar ölüm bir son olsa da insan, nefes aldığı müddetçe sonsuz bir anlam dünyası içerisinde yaşamını sürdürmektedir. Dünyada bir tek insan kalmayana dek suç kavramı varlığını devam ettirecektir. Bizler ise öncelikle insan vasfımız, sonra da mesleki anlamdaki bilgilerimizle ya da tecrübe edindiklerimizle suç kavramının hayatımızdaki etkisini olabildiğince azaltmaya, içerisinde bulunduğumuz toplumu bu konulara karşı bilinçlendirmeye ve toplumumuzun en masum kesimini bu olumsuzluklardan korumaya ve kollamayı kendimize bir görev edinmeliyiz. Her zaman “Böyle olması gerekiyormuş” demek yerine “Acaba bu neden böyle olmuş ki?” sorusunu sormalı, sordurtmalı ve durumun kökünü hedef alarak nedenlerine de yoğunlaşmamız gerektiğini unutmamalı ve sorgulamaktan asla vazgeçmemeliyiz.

Reşat Nuri Güntekin’in de dediği gibi “… Hem, bizim çocuklarımız gözü kapalı, masum çocuklar.”


Kaynakça

Ankay, A. (1999). Çocuk hukuku. Ankara: Turhan Kitabevi.

Yavuzer, H. (2013). Çocuk ve suç. İstanbul: Remzi Kitabevi.

 Öcal, A.ve Yakar, H. (2015). Dezavantajlı gruplar ve sosyal bilgiler. Ankara: Pegem Akademi.

TBMM. (2018, Kasım 18 ). Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı. TBMM: https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc06302253.pdf adresinden alındı

*Bu yazı Psikoloji Ağı editörleri tarafından Psikoloji Ağı Yayın İlkelerine göre düzenlemiştir.


İstanbul Esenyurt Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yüksek Onur Öğrencisi Mezunu. Gelişime ve geliştirmeye açık biri.

Bir yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir