Psikoloji Tarihine Bir Bakış

Bireyin düşünce, duygu ve davranışlarını sistematik olarak inceleyen psikoloji bilimi ile kişide ‎görülen uyumsuzlukların teşhis ve tedavisiyle uğraşan alan olarak bilinen psikiyatri tarihine dair ‎literatürdeki kaynaklar oldukça kısıtlı. Oysaki her iki alanında uğraş verdiği ve incelediği varlık ‎insan olmasına rağmen bu alanların tarihine dair yapılan çeviriler ve araştırmalar oldukça yetersiz. ‎ İnsanın bir ruha sahip olup...

Bireyin düşünce, duygu ve davranışlarını sistematik olarak inceleyen psikoloji bilimi ile kişide ‎görülen uyumsuzlukların teşhis ve tedavisiyle uğraşan alan olarak bilinen psikiyatri tarihine dair ‎literatürdeki kaynaklar oldukça kısıtlı. Oysaki her iki alanında uğraş verdiği ve incelediği varlık ‎insan olmasına rağmen bu alanların tarihine dair yapılan çeviriler ve araştırmalar oldukça yetersiz. ‎

İnsanın bir ruha sahip olup olmadığının insanlar tarafından merak edilmesi ve bu ruhun gizli ‎yanlarının açığa çıkartılması için yapılan çalışmalar da insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca ‎insanın sadece maddi yönüyle ilgilenilmemiş; çeşitli biçimlerde manevi boyutlarıyla da insan ele ‎alınmıştır. Örneğin gördüğümüz rüyalar birçok kişi tarafından farklı şekillerde yorumlanmış, kişinin göstermiş olduğu bazı psikopatolojik semptomlar da başka kişilerce ilgi çekmiş ve tüm bunlar altında yatan ‎esrarengiz durumun açığa kavuşturulması için çalışılmıştır. ‎

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki psikoloji tarihinin bir alt alan olarak kurumsallaşması 20. Yüzyılın ikinci ‎yarısında -1960’ların ortalarında- mümkün olmuştur. Buna sebep olarak ise birçok madde ‎sıralanabilir. Önceleri psikoloji sadece “doğa bilimi” olarak görülmekteydi ve deneysel ‎çalışmalar çerçevesinde ilerleme kaydediyordu ve bundan mütevellit dönemin psikologları, ‎psikoloji tarihinin araştırılmasını kendi işi olarak görmemiş bu işi ancak bilim tarihçilerinin ‎yapabileceğini ifade etmiştir. Fakat bu pek mümkün görünmemektedir. Psikoloji tarihinin kendi ‎tarihine bakıldığında ise genellikle konu ile ilgili çalışmalar birtakım “kriz” dönemlerinde yoğunluk ‎kazanmıştır. Örneğin psikoloji diğer disiplinlere karşı kendi sınırlarını oluşturabilmek için çaba sarf ‎ettiği dönemlerde teorik çalışmalara biraz daha önem vermiştir. Bu kriz dönemleri psikoloji tarihine ‎ilişkin araştırmaların artmasına olanak tanımıştır. Deyim yerindeyse kriz dönemleri fırsata çevrilmiştir ‎‎(Batur, 2003).‎

Bahsedilen krizler ise farklı farklı ülkelerde meydana geliyordu. Bu sebeple yaşanan krizler başka ‎ülkelere olduğu gibi yansımıyordu. Dönemin az gelişmiş ülkelerinde bilimsel bilgi dışarıdan ithal ‎ediliyordu ve bu ithal edilen bilgiler genel olarak ders kitabı niteliğindeki hap bilgilerdi. Yani alandaki ‎değişiklikler ya da ortaya çıkan krizler aktarılmadan bilgi geçişleri sağlanıyordu. Zaman ilerledikçe ve ‎ülkeler arasındaki bilgi akışı hızlandıkça başka ülkelerde yaşanan krizlerin de diğer ülkelerde vuku ‎bulması kaçınılmaz oldu (Batur, 2003).

Psikolojinin Türkiye’deki Gelişimi‎

Türkiye’de ise psikolojinin başlangıcının Anschütz’ün İstanbul’a gelişi olarak kabul edilmesi iddia ‎edilir. Buna sebep olan ise psikolojinin deneysel psikoloji ile eşitlenmesi ve deneysel olmayan ‎psikolojinin saf dışı bırakılmasıdır. Anschütz’ün İstanbul’a teşrif etmesi batılı anlamda deneysel ‎psikolojinin Türkiye’ye girişi olarak kabul edilebilir (Batur, 2003).

Genel anlamda psikolojinin ülkemize girişi çok daha öncelere dayanmaktadır. Üniversitede ‎psikolojiyle ilgili verilmiş olan ilk ders Aziz Efendinin Darülfünun-i Osmani’nin 1869’daki açılışından ‎önce Ramazan ayını değerlendirmek amacıyla halka açık olarak düzenlenen gece konferansları ‎arasında verdiği “Emcazi Ekalim” dersidir (Yıldırım, 1998, s.94; akt. Batur, 2003). ‎

Psikolojiye dair yayınlanmış olan ilk yayının tarihi net bir biçimde belli değildir. Yabancı dilden ‎yapılan ilk çeviri ise 1907’de Mısır’da yayınlanan Gusrave Le Bon’un ünlü Psychologie des Foules ‎eserinin Abdullah Cevdet tarafından yapılmış “Ruh’ül Akvam” başlıklı çevirisidir (Batur, 2003). ‎

Deneysel psikolojinin ülkemizdeki kurucusu olan Anschütz, Almanya’ya döndükten sonra buradaki ‎dersleri Mustafa Şekip Tunç ve Ali Haydar Taner yürütmüştür. Ali Haydar Bey aslında bir pedagogdur ‎ama 1924 yılına kadar Darülfünun’da kalmış ve deneysel psikoloji derslerini o dönemin öğrencilerine ‎vermiştir. Mustafa Şekip Bey ise felsefe bölümünde yer alan psikoloji derslerini yürütmüştür ve ‎Bergsoncu psikoloji anlayışını bir gelenek haline getirmeye çalışmıştır (Batur, 2003). ‎

Şimdi tarih yolculuğunda biraz daha geriye gidelim.

Tarih öncesi dönemlerde yaşayan insanlar ruhsal sorunlar gösterdiklerinde kafataslarına delik açarak ‎var olan sorunun çözüleceğine inanırlardı. Bunu doğrulayan kanıt ise Avrupa’nın farklı bölgelerinde ‎yapılan kazılarda, o dönemde yaşayan insanların kafatası bölgesinde küçük deliklerin bulunmasıdır ‎‎(Hatunoğlu, 2014).‎

Batı toplumlarında ruhsal bozukluk gösteren insanların şeytan tarafından ele geçirildiği düşüncesi ‎oldukça yaygındı. En basit ruhsal hastalık belirtisi gösteren kişilere işkence yöntemleri uygulanıyor ya ‎da ateşe atılarak yakılıyordu. Ve bunlar sayesinde ruhların kurtarıldığı görüşü oldukça yaygın bir ‎biçimde kabul görüyordu. İslam toplumlarında ise durum oldukça farklı bir şekilde gözlenmiştir. ‎

İslam toplumlarında ruhsal bozukluk gösteren kişilere “mecnun, şeyda, divane” şeklinde hitap ‎edilmiş “deli” kavramından kaçınılmıştır. Böyle bir tavrın takınılması bu kişilere hassas bir bakış ‎açısıyla bakıldığını ve bakılması gerektiğini gözler önüne sermiştir (Hatunoğlu, 2014).‎

İslam dünyasında ilk tam teşekküllü hastane 707 yılında Emevi Halifesi Velid Abdülmelik ‎tarafından yapılmıştır. Bu hastanede çalışan kişilere maaş bağlanmış ve aynı zamanda akıl ‎hastalarının tedavisinin uygun bir biçimde sürdürülebilmesi için özel odalar yaptırılmıştır (Hatunoğlu, ‎‎2014).‎

‎847-861 yılları arasında sadece akıl hastalarının tedavisi için Bimarhanelerin (hastane) kurulduğu ‎söylentiler arasındadır. Hatta bu Bimarhanelerin 1400’lü yıllardaki İngiltere ve İspanya’da kurulmuş ‎olan psikiyatri hastanelerinden daha modern olduğu kaynaklarda belirtilmektedir (Hatunoğlu, ‎‎2014). ‎

Türk dünyasına baktığımızda Hunlar, Uygurlar ve Göktürkler döneminde akıl hastalarına müzikle ‎terapi uygulamaları bulunmaktadır (Hatunoğlu, 2014 akt; Özgünoğlu, 2009). ‎

Türk-İslam dünyasında ise durum daha da ilerletilerek devam etmiştir. Selçuklular döneminde ‎sadece ruhsal hastalıkların tedavisiyle uğraşan birimlerin kurulduğu görülmektedir (Hatunoğlu, ‎‎2014).‎

Osmanlı dönemine gelindiğinde Fatih Sultan Mehmed’in oğlu II. Bayezid tarafından Edirne’de ‎inşa edilen II. Beyazıt Külliyesi ile ruh hastalıkları tedavisinde çığır açıldı. Bu Bimarhane, müzikle ‎tedavi için kusursuz bir akustik yapıya sahiptir. O dönemde 10 kişiden oluşan musiki grubunun ‎haftada 3 gün verdiği musiki konser, bina içerisinde yankı yapmadan her tarafından ‎dinlenebilmekteydi. Müziğin yanı sıra su sesinden ve güzel kokulardan da tedavi sürecinde ‎yararlanılmaktaydı. Yine Osmanlı ve Selçuklu döneminde ilaç tedavisi ve çeşitli çiçeklerin kullanıldığı ‎‎(lale, sümbül, reyhan, yasemin gibi) görsel ve kokuya dayanan tedavi teknikleri de mevcuttu. ‎

‎17. yüzyılın önemli gezginlerinden biri olan ve o yüzyılın az sayıdaki nesir yazarlarından biri olan Evliya ‎Çelebi, İstanbul delilerinden bahsederken onlara “evliya” demektedir. Ünlü Seyahatname ’sinde ‎Edirne’de bulunan II. Bayezid Külliyesindeki darüşşifanın öğrencileri ve o öğrencileri yetiştiren ‎hekimlerden övgü dolu sözlerle bahsetmiştir. Çelebi, bu darüşşifada yetişen öğrencilerin oldukça ‎bilgili ve yetenekli olduğunu belirterek; hekimlerin ve öğrencilerin de Aristoteles, Hipokrat, ‎Platon, Galenos gibi bilim adamları ve düşünürler kadar başarılı olduklarını dile getirir (Kurtuluş, ‎‎2016).‎

‎10. yüzyılda Galenos’tan etkilenen İbni-Sina hastalıkların semptomatolojisi ve oluşumu üzerine ‎çalışmalar yürütmüştür (İkiz, 1999). “Tedavinin en iyi yollarından biri hastanın akli ve ruhi güçlerini ‎arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele etmek için cesaret vermek, hastanın çevresini sevimli ‎hoşa gider hale getirmek, ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya ‎getirmektir” şeklindeki yorumuyla, tedavi hakkındaki düşüncelerini ifade ederek; musikiyi kendi ‎mesleğinde de kullandığını belirtmiştir (Hatunoğlu 2014, akt; Somakçı, 2003). İbni-Sina’ya göre ses ‎tonu değişiklikleri de insan ruhunu etkileyebilmektedir. Semptomdan önce hastanın kendisini ‎tedavi etmeyi amaçlayan Sina, döneminin bakış açısından oldukça farklı bir biçimde hastalıkları ‎tanımlamaktadır (İkiz, 1999). ‎

Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası (1228), Sibe Tıp Medresesi ve Amasya Darüşşifası (1308) dünyada ‎psikolojik rahatsızlığı olan hastaların müzik ve su sesiyle iyileştirildiği ilk yerler olarak bilinmektedir. ‎Buradaki ana prensip ses titreşimlerinin doğrudan beyin dokularına etki ettiği düşüncesidir ‎‎(Hatunoğlu 2004, akt; Çoban, 2005). ‎

Osmanlı’da ise melankoli (mal-i hülya), histeri, şizofreni (ateh-i kable’l miad) ayrı yöntemlerle tedavi ‎edilen psişik bozukluklardandır. ‎

Tedavideki anlayış biçimlerine bakıldığında ise eski Anadolu tıbbının Yunan ve Çin tıbbına ‎benzediğini; insan vücudunda ise 4 temel unsurun bulunduğu görüşü kabul görmekteydi. Bu 4 temel ‎unsur ise sevda, safra, balgam ve dem ya da kan, kara safra, sarı safra ve balgamdır. Ahlat-ı Erbaa ‎diye anılan bu 4 unsurdan birinin ya da birkaçının eksikliği kişide psikolojik hastalıkların temelini ‎oluşturur görüşü hakimdir. ‎

Genel olarak bakıldığında Osmanlı tıbbı, akıl hastalıklarına oldukça önem vermiştir. Bahsi geçen akıl ‎hastalıklarının merkezi sinir sisteminden kaynaklanıp, organik nedenlere sahip olduğu görüşü oldukça ‎yaygındı (Hatunoğlu 2014, akt; Sarı, 1988). Bunun dışında dönemin tekkelerinde dini telkin ve ‎inançlar sayesinde de kişilerin tedavisi sürdürülmekteydi. ‎

Merak edenler ve incelemek isteyenler için yukarıda bahsi geçen ve Edirne’de yer alan Sultan II. ‎Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi ‎hakkındaki ayrıntılı bilgiye, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hazırlamış ‎olduğu açıklama yazısında inceleyebilirsiniz.‎

Link: https://kvmgm.ktb.gov.tr/TR-44003/edirne—sultan-ii-bayezid-kulliyesi-saglik-muzesi.html

Kaynakça

  • Batur, S. (2003). Türkiye’de psikoloji tarihi yazımı üzerine. Toplum ve Bilim, 98, s. 255-264
  • ‎ Hatunoğlu, A. (2014). Türk islam hekimlerinin psikoloji biliminin gelişimine katkıları ve psikolojik ‎hastalıklara tedavi yöntemleri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5, s. 255-263‎
  • Kurtuluş, M. (2016). Osmanlı’nın meczubları ve mecnunları: erken modern dönemde hastaneler ve ‎deliliğe bakış. Milli Folklor, 28, s. 100-113‎
  • Tunaboylu-İkiz, T. (1999). Türk psikiyatri tarihi ve psikanalizin yeri. Psikoloji Çalışmaları, 21, s.161-165‎
  • Psikoloji Ağı Tasarım açıldı
    Psikoloji Ağı’na ait bardak altlıklarını, kitap ayraçlarını ve çıkartmaları tasarım ürün satış sitemizden edinebilirsiniz.

İstanbul Esenyurt Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yüksek Onur Öğrencisi Mezunu. Gelişime ve geliştirmeye açık biri.

Bir yorum yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir