Kaygıyı en sıradan haliyle tanımlayacak olursak, sözlük anlamına baktığımıza ‘’üzüntü, endişe duyulan düşünce‘’ tanımına rastlıyoruz. Peki nedir bu kaygılı olma durumu? Endişelenmemize yol açan, kontrol altına alamadığımız ve alamayacağımızı sandığımız düşünceler sonucu ortaya çıkan korku ve panik olma halidir.
Bu kaygılarımızın çıkış yeri beynimizken, etkilerini hissettiğimiz yer bedenimizdir. Endişe verici düşüncelerimize kapıldığımız zamanlar beynimizde yer alan mantıktan sorumlu olan “prefrontal korteksimiz” aktifliğini yitirir ve kaygı unsurunun şiddeti artar ardından da bedenimizde çeşitli fonksiyonel değişikliklerle kendini hissettirir. Bu belirtiler kalp ritmimizin artması, midemizin kasılması, terleme, titreme gibi çeşitlenerek kendini gösterir.
Düşüncelerimizin temeline inecek olursak beynimiz her an, her saniye bir düşünce üretmek için programlı. Bu noktada bilmemiz gereken en önemli bilgi ise düşüncelerimizle duygularımız arasındaki ilişki. Huzurumuzu kaçıran, ne zaman aklımıza gelse çeşitli sıkıntılar yaratan, başıma gelirse diye korkup daha başımıza gelmeden hayatı kendimize zehir ettiğimiz, bir türlü kontrol altına alamadığımız düşüncelerimiz değil bunu tek başına yapan, bizi kaygılandıran unsurlara yüklediğimiz anlamlar, sonrasında vuku bulan duygularımız ve buna karşın şekillenen davranışlarımızdır.
Rahatsız edici düşüncelere yüklediğimiz anlamlar sonucunda oluşan duygularımıza karşı onlardan kurtulmak amacıyla genelde ya kaçarız ya da savaşırız. Bu kaçma-savaşma davranışlarının temeli ise sinir sistemimize dayanır. Sinir sistemimiz iki kısımdan oluşuyor; sempatik ve parasempatik sinir sistemi. Her ikisininde kendine mahsus özellikleri var. Her ikisi de vücudumuzda salgılanan hormonlar tarafından etkin oluyor (sempatik sistem adrenalin ve noradrenalin tarafından parasempatik sistem asetilkolin tarafından yönetiliyor). Sempatik sinir sistemimizin var olmasının temel amaçlarından biri bizi tehlikelerden korumaktır. Tehlikeli bir durum sezinlediğimizde veya stresli bir durum ile karşı karşıya kaldığımız anlarda kendimizi korumak için savaş veya kaç refleksimiz devreye girer. Kaç-savaş refleksi ortaya çıktığında vücudumuz sempatik sinir sistemimizin yarattığı uyarılarla uyumlanıyor; soluk alışverişimiz artıyor, kan şekerimiz yükseliyor, göz bebeklerimiz büyüyor, nabzımız artıyor, akciğer ve bronşlarımız genişliyor… Her biri gelecek tehlikeye karşı bedenimizi ve zihnimizi korumak için belli bir amaca hizmet ediyor. Sempatik sinir sisteminin aksine parasempatik sinir sistemi ise tüm organlara rahatla komutunu vermekle yükümlü. Parasempatik sinir sistemimiz aktifken kalp ritmimiz yavaşlıyor, akciğer ve bronşlarımız daralıyor, soluk alışverişimiz yavaşlıyor, safra salınımımız uyarılıyor. Kısacası bu ikiliyi birbirinin zıttı olarak değerlendirebiliriz. Sempatik sinir sistemi ‘’kaç veya savaş‘’ diyerek bir aksiyona sürüklerken parasempatik ‘’dur, bekle‘’ diyerek rahatlama hissi yaratıyor ve böylelikle vücut fonksiyonlarımızın normale dönmesini sağlıyor.
Dikkatli baktığımızda endişe duyduğumuz düşüncelerimizin geleceğe yönelik olduğunu fark edebiliriz. Zihnimiz bunu bizi korumaya almak ve başımıza gelebilecek hayal kırıklıklarının önüne geçebilmek için yapıyor. Tüm kötü senaryoları önceden yazıp ve tüm negatif olasılıkları hesaplıyor. Tam olarak bu noktada Endişe veren, gerçekleşmesinden korktuğumuz, işlevsel olmayan düşüncelerimiz bizim sempatik sinir sistemimizi tetikleyen bilinç dışında ‘‘tehlike’’ olarak nitelendirilir. Rahatsız edici düşüncelerimiz, rahatsız edici duygulara dönüşüyor ve en sonunda da sempatik sinir sistemimiz uyarı verip kaç-savaş refleksimizi etkin hale getiriyor. Kaç-savaş refleksinin etkin olmasıyla beynimizin mantıktan sorumlu olan “prefrontal korteksimizin” işleyişi yavaşlıyor ve düşüncelerimiz ağırlaşıyor. Devre dışı kalan mantık kaygılarımızın daha da şiddetlenmesine sebep oluyor.
Kaygı temelli duygularımızın yarattığı etki elbette ki sonsuza kadar sürmez. Her şeyin bir kırılma noktası olduğu gibi kaygılarımızın da bir kırılma noktası vardır. Eninde sonunda etkiler azalarak ortadan kaybolur. Bu kırılmanın süresi sizin bilinçdışında geliştirmiş olduğunuz rahatsız edici düşüncenin yoğunluğuna ve onunla baş etme yönteminizin ne olduğuyla ilişkilendirilebilir.
Örneğin kaygılı düşünceler zihnimizi sardığı sırada bunlardan kaçmak ya da yokmuş gibi davranmak yerine, hissettiğimiz rahatsız edici duyguda kalıp bir süre onu dışarıdan bir gözle izleyebilirsek, onun varlığını kabul edersek ve çeşitli sorular sorarak temeline inebilirsek kaygı veren unsurun direncinin daha çabuk kırıldığını fark ederiz. Bu tür huzursuz düşüncelerden kaçmak demek bir daha ki ziyaretlerinde daha uzun kalmaları için onlara ev sahipliği yapmayı kabul etmek demektir. Belki de bu kaygılanmamıza neden olan düşüncelerimizin amacı bizi endişelendirmek, huzursuz etmek değildir belki bir şeylerin gelişip, değişmesi gerektiğini fark etmemiz gerekiyordur. Kaygılarımızın yaratmış olduğu rahatsızlık hissini kabule geçmek, onlar gelince aklımıza alt yazılarını anlamaya çalışmak, aslında hangi duyguyu hissettirdiğini fark etmeyi denemek kaygı veren düşüncenin etkisini azaltacaktır.
Evet böyle bir kaygım, korkum var diyerek onların varlığını anlayışla kabul edip yargılamadan kendi kendimizi ve problemimize yaklaşabilirsek kaygılarımızın direnci kırılacaktır. Böyle yaparak bizi kaçmaya veya savaşmaya iten sempatik sinir sistemini devre dışı bırakıp parasempatik sistemimizi (sakinlikten sorumlu olan) etkin hale getiriyoruz. Böylelikle duygu ve düşüncelerimizin ve anımızın daha bir farkında oluyoruz. Nasıl kaygılarımız geleceğin bilinmezliğin geçiyorsa huzurun tek adresi şimdiki anın farkındalığından geçiyor.
Düşüncelerimizin çıkışını yönetemiyor olabiliriz ama bunları dönüştürmek bizim kontrolümüzde. Bu tip endişe yaratan düşünceler geldiğinde onları iyi hissettirenlere dönüştürebiliriz. Kontrol edemediklerimizden ise kontrol edebildiklerimize odaklanabiliriz.
Ek okuma: Robert S. Feldman – Understanding Psychology
Jacop Genderen Seebauer – Mod Terapisi
Deniz Erdem – Mindfulness