NAZİLERİN İKTİDAR YÜRÜYÜŞÜ: PSİKOLOJİ ÇERÇEVESİNDEN BAKIŞ

Halkın, Hitler’i bu denli güçlü şekilde benimseyişi ve iktidara yürütüşü, Hitler’in muhakkak ki kitle psikolojisine çok iyi hâkim oluşu ve propagandaya verdiği önemden kaynaklanıyordu.

Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)’nden doğan, 20. yüzyılın en yıkıcı ve tartışmalı siyasi kişiliklerinden biri ve Almanya’da totaliter rejimin kurucusu olan Adolf Hitler, 2. Dünya Savaşı’nın mimarı kabul edilir. Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Hitler, özellikle radikal milliyetçilik ve anti-semitizm politikalarıyla tanınmaktadır. Bu radikal yaklaşıma rağmen Alman halkı tarafından kendisinin ve partisinin iktidar yürüyüşü ise, Alman toplumu özelinde kitle psikolojisi anlamak açısından ele almaya değer bir konudur.

Alman İşçi Partisinin yükselişi ve Adolf Hitler’in iktidara yürüyüşünü, psikolojik süreçleri göz ardı ederek yalnızca siyasi ve ekonomik eksende incelemek pek doğru olmayacaktır. 1920-30’lu yıllar, Alman halkında hem bireysel hem de toplumsal yapının ağır bir stres altında olduğu dönemlerdi. Hitler’in iktidar yürüyüşü her ne kadar belli başlı spekülasyonlar içerse de, döneminde halktan da çok ciddi destek aldığı bilinmektedir. Bu desteğin nedenleri incelendiğinde, birçok psikolojik ve sosyolojik etmen öne çıkmaktadır.

Kitle Psikolojisi ve Karizmatik Lider

Tarihsel süreçlerde, toplumsal hareketleri ve önemli liderlerin tarih sahnesine çıkışını anlamak için kitle psikolojisi perspektifinden bakılması önemlidir. “Olağanüstü dönemler, olağanüstü kararlar ve liderler doğurur” anlayışı yanlış olmamakla beraber, özellikle halkın karizmatik bir lidere ihtiyaç duyduğu dönemlerde toplumlar her zaman ortaya bir figür çıkarmıştır. Dünyanın çalkantılı olduğu bu yıllarda, dünyanın birçok noktasında birçok figür doğuyordu. Yakın bir dönemde Anadolu topraklarında da, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yetişiyordu.

Karizmatik liderler, bireyleri ve toplumları etkileme gücüne sahip, kriz anlarında halk tarafından ‘kurtarıcı’ olarak atfedilen kimselerdir. Hitler, 1. Dünya Savaşı ardından iyice yalnızlaşmış Almanya’nın bu kriz döneminde ortaya çıkan o karizmatik lider figüründen yalnızca biriydi.

Gustave le Bon’un kitle psikolojisi teorisi, bireyin bir kitle içerisinde hareket ederken normalden daha farklı hareketler sergilemeye daha müsait ve daha kolay manipüle edilebilir olduğunu öne sürer. Kitleler, bu karizmatik liderlerin etkisi altında bireysel muhakeme yeteneklerinden arınmış ve liderin gösterdiği doğrultuda ilerleme eğilimindedirler. Hitler’in ileri seviye hitabet yeteneği, etkileyici söylemleri ve kendine olan sarsılmaz güvenini karşısındaki kitleye de mutlak şekilde yansıtışı halkta da karşılık bulmuştu. Halkın, Hitler’i bu denli güçlü şekilde benimseyişi ve iktidara yürütüşü, Hitler’in muhakkak ki kitle psikolojisine çok iyi hâkim oluşu ve propagandaya verdiği önemden kaynaklanıyordu.

Sosyal Kimlik ve Biz-Onlar Ayrımı

Sosyal kimlik kuramına göre kişiler, kendilerini belli bir gruba ait olarak tanımlar ve bu grubun kültürünü, değerlerini benimseyip içselleştirir. Özellikle 1. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın aldığı yenilgi ve sonrasında ise yaşadığı yıpratıcı süreçler, Alman halkının kendilik algısını ve ulusal kimlik anlayışında derin bir sarsıntı yaşatmıştı. Versay Antlaşması’nın getirdiği ağır koşullar, ekonomik ve sosyal açıdan toplumu zor bir duruma sokmuştu. Bu süreçlerde Alman halkının kimlik krizine sürüklenmesi kaçınılmazdı.

Bu kimlik krizine çözüm sunan kişi, yine Hitler olacaktı. Hitler’in “üstün Alman ırkı” söylemleri, halkın bu kimlik krizine radikal bir cevap olmuştu. Biz -Almanlar-, ve onlar -yahudiler, diğer azınlıklar- ayrımını olabildiğince net bir şekilde ortaya koyan ve halka empoze eden Hitler, halkını kendi oluşturduğu ortak bir düşmana karşı birleştirmişti. Hitler’in başta yahudiler olmak üzere özellikle azınlıklar ve belli siyasi ideolojiler üzerinden yürüttüğü bu ‘ortak hedef’, Alman halkının bu hedefe karşı Nazi ideolojisinde birleşmesine neden olmuştu. Sosyal psikolojide “öteki” olarak tanımlanan gruplara duyulan öfke, toplumun kimlik inşasında önemli bir rol oynamıştı. Hitler, bu ayrım üzerinden Alman halkının ‘hak ettiği’ değeri ve konumu yeniden kazanacağına dair aşılamaya çalıştığı umut tohumu, halkın da geniş desteğini almıştı.

Ekonomik Kriz ve Kayıp Duygusu

1930’larda Almanya’da yaşanan derin ekonomik kriz ve özellikle 1929’da yaşanan Büyük Buhran’ın sarsıcı etkileri, ülkedeki işsizliği ve yoksulluğu arttırmış, halk çaresizlik içerisinde sürüklenmişti. Hem bireysel hem de toplumsal olarak yaşanan bu çaresizlik duygusu da yine halkı bir kurtarıcı arayışına itmişti.

Hitler, halkın bu kayıp ve yoksunluk duygusuna çözüm sunan bir lider olarak ortaya çıkmıştı. Bireylerin öz kontrolden yoksun oluşu, kendilerine çözüm vaad eden güçlü liderlere daha kolay bağlanmalarına neden olmaktadır.

Kolektif Travma ve Ulusal Onurun Yeniden Kazanılması

Alman halkı, 1. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi ve beraberinde kendilerine dayatılan Versay Antlaşması’nın yarattığı utanç duygusunu en derinden hissediyordu. Bu durum, toplumların toplumsal kimliğini ve onurlarını sarsan bir “kolektif travma” yaratmıştı. Bu tür travmatik deneyimlerin ise toplumların kendi kimliklerini yeniden tanımlamaya itmesi kaçınılmazdı. Hitler’in bu kolektif travmaya karşı çözümü ise “Alman halkının onurunu” yeniden kazandırma vaadiydi. Alman halkının geçmişteki önemli zaferlerinin anımsatılması, eski gücünün yeniden canlandırılması vaadi halkta da karşılık bulmuştu ve halk, yeniden doğuşun simgesi olarak Hitler’i görmeye başlamıştı.

Propaganda ve Manipülasyon

Hitler, propaganda süreçlerine çok ciddi bir önem veriyor ve bu alanda profesyonel yardım almaktan geri durmuyordu. Nazi propagandası, özellikle manipülasyondan ciddi anlamda besleniyor ve bunu ustalıkla kullanıyordu. Propaganda Bakanı Goebbels önderliğindeki bu propaganda süreçlerinde, gazeteler ve radyolar başta olmak üzere, medya araçları etkin olarak kullanılıyordu. Bu propagandalar, Alman halkına bir kurtarıcı ve Almanya’nın eski ihtişamlı günlerini vaad ediyordu. Hitler ve propaganda uzmanları, halka bu vaatleri sunmakla kalmıyor; aynı zamanda tekrarlayıcı mesajlarla bu propagandanın içselleştirilmesine de önem gösteriyorlardı.

*Bu yazı Psikoloji Ağı editörlerinden Gonca Aktaş tarafından Psikoloji Ağı Yayın İlkelerine göre düzenlenmiştir.


Bir yorum yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir