Günlük hayatımızda birçok farklı bilgi ile karşılaşırız ve genellikle bunların çoğunu sorgulamaksızın uygulamaya dökeriz. Genel bir sınıflandırma yapmak gerekirse, bu bilgileri; gündelik, bilimsel, dini gibi kabaca sınıflandırabiliriz. Bu bilgiler içerisinde belki de tanımı ve kıstasları en zor yapılan ise bilimsel bilgidir. Bilimsel olanın ne olduğu ve bilimsel olmasından ötürü barındırdığı özelliklerin neler olduğu soruları tarihin birçok döneminde cevaplanmaya çalışılmıştır.
Bilimsel olana dair tüm betimlemelerimiz genelde, bizlere gösterilen bilim/bilimsele ait imajlara dayalıdır. Bu imajların en önemli kaynaklarının başında da ders kitaplarındaki bilim, bilim insanı ve bilimsel metodoloji tanımları gelmektedir. Tüm bu yerleşmiş bilime dair imajlar bütünü beraberinde çok derin sorular doğurmaktadır. Özellikle sosyal/beşeri bilimler alanında bu durum çok daha yaygındır. Genellikle, insanlar bilim metodolojisi ile karşılaşınca, öğrendikleri bilim metodolojisinin kendi bilim imajlarıyla uyuşmadığını fark edip, “Bilim tam olarak nedir?”, “Yaptıklarımız ne kadar bilimsel?” gibi sorularla boğuşmaktadır. İşte tam da bu noktada, sezgisel olarak yani henüz bilim felsefesi ya da kuramlarına dair herhangi bir bilgileri bile yokken, mesleklerinin gerektirdiği bilim yapma eyleminin aslında kafalarının içindeki bilim insanı figürüyle uyuşmadığını hemen fark ederler. Öte yandan, fark edilecek bir diğer şey ise; bu soruların epistemoloji alanında hala gündemde ve birçok disiplin ile ortak noktasının olduğudur.
Bilim, Bilimsellik
Bilim, gerçeklikle kurduğumuz bilimsel ilişkinin sistemli ve kurumsal çıktısı; bilimsellik ise, gerçeklikle kurulan ilişki biçimidir. Bu anlamda, bilimselliğine vurgu yapılan her bilgi belli kriterlerle kendisini bilime dahil edebilmeli diye düşünülebilir. İşte bu “belli kriterlerin ne olduğu” problemi bizi tarihin, hatta bilim tarihinin alanına itmekte. Peki tarih bize bu konuda gerçekten “kriterleri” söyleyebilir mi?
Bilim Tarihi ve Pozitivizm
Bilim tarihinin kurucusu olan Sarton’a göre, bilim tarihi öylesine mühimdir ki, herhangi başka bir tarih alanı da işe öncelikle bilim tarihi ile başlamalıdır. Bilime karşı görüşleri pozitivizm paralelinde olan Sarton, bilimi birikebilen tek insan etkinliği olarak düşünür (Anlı, 2015). Ona göre bugünkü çoğu bilgiye, tarihsel süreçte birikerek ilerleyen, üst üste binen bilgiler ile ulaşılmıştır. Bu durumda bir bilim tarihçisinin en önemli problemi, bilimin tarihini yazarken bilimsel ile bilimsel olmayanın ayrımının nasıl yapılacağı problemi olacaktır. Bu noktada, bilimselliğin temel kriteri olarak olguları ve kurumsallaşma hedefini öne süren pozitivist bilim modeli, neredeyse tüm sosyal bilimler için kurucu bir söylem olup, doğal olarak bilim tarihini de kendi bakış açısıyla etkilemiş ve şekillendirmiştir (Anlı, 2015). Böylece bilim tarihi, “sistematize edilmiş pozitif bilgi” çerçevesiyle işe koyularak kendi verileri içerisinden bilimsel olanın hangisi olduğunu söyleyebileceği bir kıstas belirlemiştir.
Tümevarım Yöntemi
Newton’dan bu yana, bilimin esas görevi doğa yasalarını bulmak olarak akıllara yerleşmiştir. Newton’ın yaptığı keşfin ardından da birçok felsefeci bu yasaları bulma işinin belli yollarını formülleştirmeye çalışmıştır. Fransic Bacon da bunu yapan ilk kişi olup, her ne kadar söyledikleri sonrasında inceltilmiş de olsa, 20.yüzyıla kadar bile kabul edilmiştir. Kısaca, bilim insanı denilen kişi elindeki bilgilerden yola çıkarak bilinmeyeni, sistemli ve titizce denetlenmiş yollarla gözlemler yapıp deneyerek edinmeye çalışır. Bulduğu bulguları sistemli olarak yayımlar ve kendi alanında çalışacak olan diğerlerine böylece belli bir bilgi birikimi oluşturmuş olur. Zamanla aralarında belli nedensellik ilişkileri kurulabilecek düzeye gelince bu bilgiler, yasa benzeri önermeler yaratmaya elverişli olurlar. Bunlar da doğrulanmaya çalışılır ve kabaca bilim bu şekilde birikimli olarak ilerler (Magee,1990). Aslında burada Bacon’ın tam olarak anlattığı şey, tümevarım yöntemi, diğer bir deyişle endüksiyondur. Bu yöntem, bilim ile bilim olmayanı sınırlandırma konusunda kullanılan bir ayraç olarak bilim tartışmalarının en vazgeçilmez, en çok duyulan kavramlarından biridir.
Nedensellik Sorunsalı
Bacon’ın ortaya attığı bilim yapma yolu, elbette öylece kabul edilmemiştir. Tartışmanın özü Hume’ un nedensellik sorunsalına kadar götürülebilir. Hume nedensellik örüntüsüne mantık çerçevesinden yaklaşır ve koşulsuz(sınırsız) bir önermeye varamayacağımızı söyler. Örneğin, bir A olayıyla birlikte B olayının da meydana geldiğini gördüğümüzü varsayalım. Bundan sonraki her denemede bunun aynı şekilde olacağının hiçbir garantisi yoktur. Hatta öyle ki, güneş bile şimdiye kadar her gün doğmuş olabilir ancak bu onun yarın da doğacağı anlamına gelmez. Hume’a göre biz bu olayı dışardan gözlemleyen biri olarak, her A olduğunda B’nin de olacağını bekleyebiliriz ancak bu mantığın alanından çıkıp, psikolojinin alanına giren bir olgudur (Magee, 1990).
Tüm bilimler doğanın düzenliliğini –geçmişte ve gelecekte aynı şekilde işleyeceğini– varsaymaktadır. Oysaki, bunu doğrulamak pek de mümkün değildir, çünkü bu varsayımın kendisi de aslında gözlemle ya da mantıkla kanıtlanamaz. Bu durumda, tümevarımın geçerliğini kanıtlama uğraşı, tümevarımın kendisini zaten en baştan kabul etmeyi gerekli kılmaktadır, denilebilir. Söz konusu bilimsel varsayımlarımız olduğunda ise, tümevarım yöntemini bilim için pek de cazip hale getirmemektedir. İşte bu haliyle bilim aslında tüm güvenilir, dayanıklı iskeletini kaybetmiş görünmektedir. Hatta tümevarıma dair bu tartışmalar belli çevrelerde bilime dair endişelere de sürüklemiştir (Magee, 1990).
Popper ve Bilimsellik Fikri
Bilim tartışmalarının bu kadar yoğunlukta olduğu ve bilimselliğin kıstasına dair derin bir arayışın sürdüğü bu zamanda, kendisini bizzat “pozitivizmin katili’“olarak tanımlayan Karl Popper (Anlı, 2015) sahneye çıkıp, bilimselliğin kıstası olarak “yanlışlamacılık’” fikrini öne sürmüştür. Ona göre, bilim insanı önermeler öne sürüp, bu önermeleri deneyim üzerinden sınamaktadır. Popper, yeterli gözlemler yoluyla veriler arasındaki “aynılık’” ya da “benzerlik’” durumuna göndermede bulunmayarak pozitivistlerin karşısında yer almıştır. O, önceliği olguların gözlemlenmesine (ya da kaç defa gözlemlendiğine) değil, önermelere, diğer bir değişle varsayımlara vermiştir. Bu bağlamda, bilgi kuramı olguların üzerinden değil, geçerliliğin sınanması üzerine kuruludur. Böylece Popper’ın yaklaşımı, hem tümevarım problemini hem de “ilerlemenin tespiti’” problemi de dahil olmak üzere birçok problemi çözme fırsatı vermiş olur(Anlı,2015; Magee, 1990).
Yanlışlamacılık
Popper, fikirlerini yazarken öncelikle doğrulama ile yanlışlama arasındaki farkı mantıksal olarak açıklar ve aslında bir önermenin sağlamlığının (buna bilimsellik de denilebilir) test edilmesi açısından yanlışlamanın nasıl da pratik ve daha emin adımlar atmamızı sağlayan bir zemin olduğunu gösterir. Özellikle meşhur kuğu örneğinden de çıkarılacağı gibi deneysel genellemeler belki doğrulanamaz ama yanlışlanabilirler. Bunun bilimciler açısından en önemli çıktısı ise bilimsel yasaların ya da önermelerin kanıtlanabilir olmasalar da, sistemli yollarla sınanabilir olmaları fikridir.
Kuğu örneğinde her ne kadar mantıksal olarak her hangi bir sorun yaşamıyor olsak da, söz konusu metodoloji olunca işler biraz karışabilir. Mesela adı geçen kuğunu tanımı burada oldukça önem kazanmaktadır. Belki de aktarımlar yanlıştır ya da bizim kuğu tanımımız eksiktir. Bu yüzden Popper da kendi yöntemindeki ad hoc varsayımlar ya da ad hoc tanımlar riskini görerek, istenmedik deneysel sonuçlar olduğunda görmezden gelmeyi ya da herhangi bir yolla sistematik biçimde yalanlamamayı bir yöntem ilkesi olarak önermiştir. İşte bu nedenle Popper, kuramı çerçevesinde bilimsel araştırmanın mantığı üzerine yazarken, hipotezlerimizi ya da kuramlarımızı anlatırken yanlışlanabilirliğe olabildiğince açık tutmayı ve çok anlamlılıktan da uzak durmayı gerekli görmüştür (Magee,1990). Buna karşılık Popper araştırmacıya kendi kuramını kolayca çöpe atmamasını öğütlemektedir çünkü bu durum kuramın eleştirellikten yoksun olması ve yanlış olsa bile, iyi kriterlere göre sınanmamasına neden olur. Popper mantıksal açıdan her ne kadar saf bir yanlışlamacı olsa da, metodoloji söz konusu olunca eleştirel yanlışlanabilircidir (Magee,1990).
Newton vs. Einstein
Popper’ı yeni bir anlayış getirmeye iten en önemli olay ise Newton fiziğinin, Einstein’ın fikirleriyle olan çarpışmasıdır. Newton’ın öne sürdüğü fizik, gözlemlenebilir dünyada defalarca doğrulanmış hatta yaratıcı kullanımla insanlığa katkıda bulunmuş, birçok alanda kesin öngörülerde bulunmamızı sağlamıştır. Yani pozitivist bilim anlayışının öne sürdüğü gibi defalarca kez doğrulanmış ve kendisini kanıtlamıştır. Ancak sonrasında Einstein’nın fikirlerini öne sürmesiyle beraber Newton’nın kuramına uyan bütün gözlemsel kanıtların Einstein’nınkine de uyduğu görülmüştür. İşte esas kırılma noktası da buradadır, defalarca kez doğrulanmış olan bir yasa kanıtlanmış sayılarak hata yapılmıştır. Popper’ ın buradan en önemli çıkarımı, aslında hiçbir şeyin kanıtlanamayacağıdır .Ona göre hiçbir kurama “doğru” ya da “kesinlikle böyle” deyip de güvenilemez.
Einstein’ın fikirlerine bolca yer veren ve onun kendi savlarını nasıl da sınanmaya açık ve çok anlamlılığı engelleyen şekilde sunmasına değinen Popper, Einstein’ın karşısına ise Marx’ ya da Freud ve Adler gibi psikanalistleri koymuştur. Kuramını açıklarken bu insanlara bolca değinen Popper, psikanalistleri ve Marx’ı her şeyi dışlayan/kapsayan ve böylece her şey olunca hiçbir şey olmayan kuramlar, düşünceler olarak yorumlar. Çünkü yanlışlanabilir hiçbir tasarı sunmazlar, kısacası sınanamazlar ve bu durumda da bilimsel olamazlar.
Böylece bilimsellik kavramı hala devam eden bir tartışmanın ana konusudur. En çok üzerinde durulan ve belki de kafa kurcalayan tartışma ise “bilimselliğin ölçütlerinin ne olduğu” problemidir. Bu tartışmanın en önemli kaynakları ise sosyal bilimler ekseninde olmaktadır. Pozitivistlerin dediği gibi bilim yapmanın tek bir yolu var mıdır? Sosyal bilimler daha az mı bilimdir? Astroloji gibi bilimsellik iddiasında olan uğraşların bilimsel olduklarını göstermek için kullandıkları savlar nelerdir ve bu savların ne kadarı bilimsellik iddiasını doğrular? Tüm bu sorular çoğaltılabilir ve üstüne çokça konuşulabilir. Devam eden yazılarda bu konular daha detaylı incelenecektir.
Kaynakça
Anlı, Ö. F. (2015). Pozitivist bilim tarihi disiplinine ve Poppercı bilim tarihinin olanaklılığına dair epistemolojik bir inceleme. Dört Öge, (8), 111-140.
https://dergipark.org.tr/tr/pub/dortoge/issue/40207/478709.
Magee, B. (1990). Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı. Çev.Mete Tunçay (2.Baskı) (s. 1-63). Remzi Kitapevi.
*Bu yazı Psikoloji Ağı editörlerinden İlayda Çalışkan tarafından Psikoloji Ağı Yayın İlkelerine göre düzenlemiştir.