Sıradan bir günde yolda karşılaştığınız bir arkadaşınız size ‘Günaydın’ dediğinde birdenbire kulağınızda Bethoveen’in Ay Işığı Sonatı bütün ihtişamıyla çalmaya başlasaydı nasıl olurdu? Ya da başınızı kaldırıp gökyüzünün capcanlı mavi rengiyle karşılaştığınızda dilinizin üstünde bir meyvenin lezzetli sululuğunu duyumsayabilseydiniz? Harflerin renkleri, kelimelerin sesleri, seslerinse tadının olması mümkün mü? Her ne kadar fantastik bir filmden kopup gelmiş gibi görünse de bu durum bir sinestet için günlük hayatın normal bir parçası demek.
Sinestezi nörolojik ve psikolojik temelli bir fenomendir. Sinestezide, bir duyu organının uyarılması istemsiz ve otomatik olarak diğer bir duyunun uyarılmasına ve bu duyuyla ilintili bir algıya yol açar (Öçal, 2009).
Çoklu duyum olarak da tanımlanan sinestezi sadece hedef duyuya hitap etmesi beklenen bir uyaranın aynı zamanda farklı bir ya da birden fazla duyuyu da harekete geçirmesiyle oluşmaktadır. Örneğin, sadece duymamız gereken bir sesin rengini görmek, tadını almak ya da kokusunu hissetmek şeklinde ortaya çıkar. Bahsedilen durumu deneyimleyen kişilereyse “sinestet” adı verilmektedir.
Sinestezi, beş duyunun birbirleriyle etkileşim haline girmesiyle kendini gösterir. Bu duruma yol açan nedenler hala tam anlamıyla tanımlanamamış olsa bile yıllardır süregelen araştırmalar neticesinde bazı olası sebeplere ulaşmış durumdayız.
Bahsedilen olası sebeplerden ilki “Parazit Teorisi” olarak adlandırılan bir durumdan kaynaklanmaktadır. Bu teoriye göre sinestezi, normalde ayrık olması gereken duyu hatları arasında bulunan bağlantı yollarında meydana gelen bir tür elektrik kaçağından dolayı ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle duyular arasında bir parazit oluşmakta ve bundan dolayı normalde deneyimlenmemesi gereken duyular algılanmaktadır. Kısacası duyular bir tür birbirine sıçrama ya da bulaşma halindedir. Ortaya çıkan bu karmaşada renkler önüne çıkanları boyamaya çalışırken sesler harfleri canlandırmaya, kelimeler açlıklarını gidermek ister gibi tatlara dönüşmeye başlarlar.
Aynı zamanda bu teori bahsi geçen duyusal bağlantıların nasıl oluştuğuna da açıklık getirmektedir. Şöyle ki, hayatımızın ilk yıllarında aslında hepimiz birer sinestetizdir. Bebeklik döneminde beynimizdeki hücrelerin önemli denilebilecek ölçüdeki bir kısmı ölür, halihazırda var olan bazı uyumsuz ya da gereksiz sinirsel bağlantılarsa doğumdan kısa bir süre sonra yok olur. Parazit teorisinin açıklamasına göre sinestet olarak tanımladığımız kişilerde bu bağlantıların tümü ya da bir kısmı hayatlarını devam ettirirler ve bu durum sonucunda sinestezi fenomeni ortaya çıkar.
Başka bir açıklamaya göre ciddi beyin hasarından kaynaklanan bazı nörolojik problemler ya da hastalıklar da sinestezi semptomlarına sebep olabilmektedir. Ancak bu durumu yaşayan kişiler gelişimsel sinestezi olarak adlandırılan ‘gerçek’ sinestezi fenomenini bütün kapsamıyla deneyimlemedikleri için tam olarak sinestet olarak adlandırılamamaktır. Ayrıca LSD gibi maddelerin ya da psikoaktif ilaçların kullanımı durumunda da kişiler sinestetik olarak adlandırılabilecek halüsinasyon durumları tecrübe edebilirler ancak bu durumu yaşayan kişiler bir dış etkenin teşvikiyle bu durumu yaşadıkları için sinestet olarak adlandırılamamaktadır.
Sinesteziyle ilgili yapılan çalışmalara göre edindiğimiz bilgiler bazı genellemeler yapabilmemize olanak sağlamaktadır. Örneğin; sinestetlerin büyük bir kısmı kadınlardan oluşmaktadır ve aynı zamanda çoğu sinestet solaktır (Cytowic, 1995). Sinestezi öğrenilmiş bir durum değildir ve hayat boyu devam eder. Sinestezide duyular arası sıçrama durumu tutarlı ve kişiye özgüdür. Örneğin kelime-renk etkileşimi yaşayan bir sinestet için “ev” kelimesi her zaman mavi ya da “kitaplık” kelimesi her zaman yeşil rengin algısını canlandırmaktadır. Çoğu sinestezi vakasının ifadelerine göre bu kişiler diğer insanların da dünyayı kendileri gibi algıladıklarını sanmakta ve durumun böyle olmadığını öğrendiklerinde oldukça şaşırdıkları yönündedir.
Sinesteziyle ilgili iki karşıt görüş yıllardır varlığını sürdürmekte. Bazı çevreler bunun anormal ve olumsuz bir durum olduğunu savunurken konunun diğer taraftarları bunun bir yetenek olduğunu öne sürüyor. Sanatsal anlamda bakılacak olursa bir sinestet olmanın fantastik bir ilham vericiliği olabilir gibi görünüyor. Sabahları içtiğimiz kahvenin bir müziğe dönüşmesi, bir köpeğin havlamasının şekerli bir tat uyandırması ya da bir harfin capcanlı bir renkle zihnimizde süzülmesi oldukça ilgi çekici görünüyor. Ancak bu olay bir kelimeyle ortaya çıkan ani bir korna sesi, şiddetli baş ağrısıyla gelen keskin bir kırmızı renk algısı ya da bir harfle duyumsanan acı bir tat hissi sinestezinin ilgi çekiciliğini hızla nahoş bir duruma çevirebilir. Bu durumda duyuların çoklu ittifakının memnuniyet uyandıran bir durum mu yoksa hayatı zorlaştıran bir fenomen mi olduğu bir süre daha cevapsız kalacak gibi görünüyor.
Kaynakça
Cytowic, R.E., (1995). Synesthesia: Phenomenology And Neuropsychology, Psyche, 2 (10).
Hubbard, E.M., (2005). Neurocognitive Mechanisms of Synesthesia, Neuron, 48 (3), 509-520.
Öçal, S.M. (2010). Sinestezi ve İletişim Tasarımı (Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Kültür Üniversitesi, İstanbul).