Psikanalizde Aşk

Psikanaliz bir terapi ekolü olmanın yanı sıra aynı zamanda bir gelişim kuramıdır. Bu özelliğinden ötürü insan doğasına derinlemesine öngörüler getirmiştir. İnsan davranışlarını, politikayı, otoriteleri, dini-tarihi-kültürel yapılanmaları araştıran ve eleştiren ender bir psikolojik yöntemdir. Hatta öyle ki, eleştirel felsefenin önde gelen savunucularından, Frankfurt Okulu’nun temel dinamiği, bugün bile Ortodoks psikanalize getirdiği eleştirilerdir.

Freud her ne kadar kuramını ilk yıllarda bir tedavi yöntemi olarak kullandıysa da, sonradan kuram birçok kapsayıcılığa erişmiştir. Tedavi amacını aşıp aynı zamanda bir dünya görüşü, felsefe, kültürel eleştiri ve politik psikoloji kaynağına dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında ünlü psikiyatrist Serol Teber’ in deyimiyle, …bilinçdışı derinlikler psikolojisi[psikanaliz], psişeyi etkileyen toplumsal kurumların eleştirisine dönüşmüştür… Psikanaliz ayrıca, Aydınlanma ve Goethe Çağı’ndan sonra, birbirlerinden hızla ayrılan doğa ve ruh bilimlerinin, bilinçdışında yeniden birleşmelerine önemli katkıda bulunmuştur.

Konu aşk gibi iki kişilik, (belki de “tek kişilik”) bir ilişki olunca, psikanaliz oldukça verimlidir. Genel itibari aşk söz konusu olunca psikanaliz içerisinde en çok atıf alan kişi Lacan denilebilir. Ancak öncesinde Freud’un aşk tanımını anlamak önemli.

Freud için aşk şudur diyebileceğimiz net bir tanım yoktur. Ancak kişisel hayatındaki mektuplaşmalarında yoğun ölçüde romantik ve aşk dolu sözcüklerin olduğu biliniyor. Özellikle eşi Martha ile nişanlılık dönemindeki mektuplaşmalar dikkat çekicidir. Bu mektuplar sansürlenmesine rağmen bugün bile oldukça müstehcen olarak yorumlanmaktadır.

Freud’a Göre Aşk Serüveni

Freud Aşkın Psikolojisi adlı kitabında aşk kavramını kuramı çerçevesinde sunmaya çalışmıştır. Kitap boyunca birçok farklı vakaya değinmiş ayrıca önceki yazılarını da tazeleme fırsatı bulmuştur. Freud, aşk olarak tanımlanan sürecin aslında çocukluktan gelen komplekslerle ilişkisine değinmiştir.

Ona göre aşkın belli dört koşulu vardır. Birinci koşul “mağdur üçüncü kişi ihtiyacıdır“. Buna göre çocuk, halihazırda var olan bir ilişkiye şahit olur. O ilişkideki kişiye sahip olmak ister. Yani zaten kendi bakir/bakire arkadaşları varken onları istemez. Freud’un deyimiyle başkasının mülkü olanı seçer. Hatta Freud aşkın ancak üçüncü kişilerden geçtikçe olduğunu dile getirir. İkinci koşul ise kıskançlık yaratmadır. Freud bu durumu tutkuların derinleşmesi için gerekli görür. Bu iki koşul seven kişinin davranışlarını açıklayan psikanalitik düzlemi verir.

Bir de sevilen kişi de olması gereken iki koşul vardır. Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda var. Freud tüm bu anlatımlarında erkeği seçen ve kadını seçilen taraf olarak ele almıştır. Bu yüzden sevilen taraf olan kadını, “hafif” ve “erdemli” kadın olarak ikiye ayırma ihtiyacı hissetmiştir. Sevilen kadında gerekli aşk unsurunu, kadının hafif olmasına verir. Çünkü bu koşulda kadının sadakat durumu sürekli değişir. Freud anlatılan aşk hikayelerindeki zorlu serüvenleri de buna bağlar. Sevilen kişideki ikinci bir ortak nokta ise “kurtarılma” pozisyonudur. Freud erkekte sevdiğini kurtarma arzusuna dikkat çeker. Erkek için kadını olduğu durumdan kurtaran bir kahraman pozisyonunda olmak aşkı yaratan bir diğer unsurdur.

Narsistik Aşk“ın Oedipus Döngüsü

Şimdiye kadar anlatılanlardan Freud’un aşk döngüsünü tanımlamasını anlatmaya çalıştık. Peki aşkı narsistik bir süreç olarak gören Freud bu süreci kuramına nasıl oturttu? Psikanaliz deyince herkesin aklına gelen klasik Oedipus Kompleksini herkes duymuştur. Freud aşk serüvenini de bununla pekiştirir. Çünkü aslında ilk aşk anneye olan aşktır. Anne-baba ilişkisinde anneye sahip olmak isteyen çocuk aslında birinci olan koşulu sağlar. Yani üçlü ilişkide “mağdur üçüncü kişi” kendisidir. Babasıyla olan ilişkisi ise ikinci koşulla açıklanabilir. Üçüncü kişilerin olduğu bir ilişkide süregelen kıskançlık ikinci koşulu sağlar. Bu iki koşul seven(erkek) çocuğun kendisinde var olan narsistçe süreci betimler.

Öte taraftan işin bir de sevilen(kadın) öznesi vardır. Diğer iki koşul da sevilen öznenin niteliklerini verir. Gelişim sürecindeki çocuk anne babasının ilişkisinde annesine sahip olmak ister. Babası ise kıskançlığının esas unsurudur. Bu durumda fark edilmesi gereken bir gerçek vardır. Anne ile babası cinsel birliktelik yaşamaktadır. Çocuk bunu belki yaşıtlarının anne-babası için mümkün görüyor olabilir. Ancak söz konusu kendi ebeveynleri olunca kabul etmesi oldukça zordur. Çünkü o annesini hep kendisinin olarak görür. Ancak en sonunda annesinin onu değil babasını tercih ettiğini fark eder.

Bu durumda anneyle yaşanan aşk kendisini aldatan, güven ve sadakatin olmadığı bir ilişkiye evrilmiş olur. İşte tam bu noktada Freud asıl aşkın da ileride kendi tabiriyle “hafif kadın“la olacağını savunmuştur. Çünkü asıl sadakatsizliği sağlayan ve zorluk yaratan şey budur. Bilinçaltı zorluklar kendisini bilinçli seçimlerde açığa vurur. Bir diğer koşul olan “kurtarma” ise kendisini doğum gibi riskli bir durumdan kurtarmış olan anneyi kurtarmaktır. Kendisini doğumdan kurtaran anneye duyulan şefkat özünde kurtarma eylemiyle açığa çıkar.

Kültürel Gerçekliğin Aşka Gelmesi

Freud, bilinçdışı unsurlarla anne ile yaşanan ilk aşkın sonsuza kadar kendisini tekerrür edeceğini belirtmiştir. Bunun yanı sıra tüm bunların kültürden bağımsız olmadığını da ifade etmiştir. İşte tam bu noktada Freud’un meşhur kültür eleştirisi başlar. Bireylerin toplumun refahı için kendilerinden taviz verdiği gerçeği açığa çıkar. Freud’a göre içine doğulan kültür, ensest fikrini yasakladığı için, birey bu yasakları ancak bilinçdışında yaşar.

Freud’a göre, gerçek cinsel doyum ancak kendisinden daha düşük bir cinsel nesne bulununca gerçekleşir. Tıpkı aşkta olduğu gibi kadının hafif olması ile ilişkilidir. Çünkü kültürün bastırdığı tüm yasaklar ancak bu türden bir kadınla yaşanabilir. Artalanını bilmeyen ve kendisini yargılamayan bir özneyle. Freud , çok yaygın olan cinsel isteksizliği de bu açıdan anlamaya çalışır. Modern insanın iktidarsızlığını güçlü ensest fikrine ve ergenlik dönemindeki ağır kısıtlamalara bağlar. Çözümü ise 1912 yılındaki makalesinde şöyle dile getirir: “Çirkin ve çelişkili bir iması var ancak yine de, aşkta gerçekten özgür ve mutlu olan herkesin, kadınlara olan saygısının üstesinden gelmesi ve anne ya da kız kardeşle ensest fikrini kabul etmesi gerektiği söylenmelidir.

Lacancı Aşk

‘’Aşk sahip olmadığın şeyi, onu senden istemeyen birisine vermektir.’’ Lacan’ın aşk üzerine söylediği en ünlü sözü… Peki gerçekte ne ifade ediyor?

Lacan, aşkı eksiklik –lack- ve arzu –desire- kavramlarıyla açıklamıştır. Aşık olmak eksiği kabul etmektir, arzu ise bu eksikliğin yegane parçasıdır. Aşkı bu iki kavram çerçevesinde inceleyebilmek için bireyin çocukluğuna inmemiz gerekir, her şeyin başladığı o zamana: Ayna Evresi’ne.

Ayna Ayna Söyle Bana

Lacan’a göre ego oluşumu 6-18 ayları arasında Ayna Evresi’nde gerçekleşir. Bir bebek bu evre öncesinde kendisini parçalı olarak algılar fakat aynadaki görüntüsüyle birlikte bütünlük algısına erişir (Lacan, 1949). Aynada kendisini farklı bir formda gören bebek, bundan haz duyar, bu görüntü ile özdeşleşir. İlk özdeşleşme ve ideal ego kurulumu gerçekleşir.

Benliğin yani egonun oluşumuyla imgesel düzleme giriş yapan bebek, beden bütünlüğüne dair annesinden onay ve tanımlanma bekler. Bu tanımlamayı ve onayı aldığı kişi onun ilk Büyük Başka’sıdır -The Other- (Öner Bulut, 2018).  Bebek Büyük Başka’da bir şey fark eder, bir eksiklik. Bu eksikliği fallus olarak nitelendiren Lacan, bebeğin sembolik düzene geçişini bu süreç dahilinde detaylandırır. Bebek annesinin tek arzusu olmak istemektedir. Fakat bebek, fallus ve Büyük Başka üçlüsü arasına bir başkası girecektir: ‘’Baba’nın Adı’’ (Gençöz, 2022, s.33). Baba fallusun asıl sahibidir. Annesinin -Büyük Başka’nın- arzusunun ‘’Baba’’da olduğunu anlayan ve eksikliğin kendisi olamayacağını kabul eden bebek, kastrasyon yaşayarak sembolik düzene geçiş yapar. Sembolik düzlemde ego ideali oluşur;  toplumdaki düzene göre, sosyal bağlarla oluşturduğumuz kendimiz.

Herkesin Arzusu Kendine

Bu gelişim evresinin aşkla ne ilgisi vardır? Aşk eksikliği kabul etmektir, yani simgesel düzlemle ilişkilidir (Gençöz, 2022, s.89). Simgesel düzleme geçen bebek annesinin eksikliğini kabul ederek kendi eksikliğini de irdeler. İçindeki bu boşluğu tamamlamak için bir çabaya girecektir -bu çaba arzunun ta kendisidir (Mansfield, 2006). Kişi ömrü boyunca arzudan arzuya koşar, bulabilecek midir asıl arzusunu? Çoğu kişi aşık olduğunda ‘’Bir elmanın iki yarısıyız.’’ diye hayallere dalar çünkü kendisinde olmayanı bulduğunu sanır. Fakat işte bu bir sanma halidir. Arzunun nesnesi yoktur, sürekli yer değiştirir. Kişiler, arzularına ulaştıklarını sanırlar fakat ona ulaşamazlar.

Üstelik aşk yalnızca diğerleriyle ilgili değil, kişinin kendisiyle de ilgili bir durumdur. Başkaları üzerinden kendini tamamlamaya çalışan kişi aslında narsistik bir edim içerisindedir (Sarup, 1995). Lacan bu noktada Freud’un narsistik aşk fikrine katılmıştır. Kişi ötekinde -the other- gördüğü kendine aşık olur aslında. Kendisinin ötekinin aşkına layık olduğunu düşünür ve ondan kendi eksikliğini tamamlamasını talep eder. İmgesel düzlemde gerçekleşen aşk, ideali simgeler (Demandante, 2014).

Bu ideal Ayna Evresi’nde keşfedilen, aynadaki bütünsel haldir, yani olması gerekendir. İmgesel aşkta da sevgili güzellik ve karakter ile idealize edilir. Bu özellikler aslında kişinin kendi idealleridir.  Sevgiliye aşık olunurken aslında kişi kendi idealizasyonunu pekiştiriyordur.

Aklımda Sen Dilimde Sen

Sembolik düzleme geçiş aynı zamanda dile geçiştir; Büyük Başka’nın söylemleriyle bebek kendisini tanımlamaya başlar. Aşk her ne kadar hayali başlasa da sembolik işlevi olmadan açıklanamaz çünkü dil olmadan sevmek imkansızdır (Demandante, 2014). Birisine seni seviyorum derken aslında söylediğimiz şey ‘’Ben eksiğim ve beni tamamla istiyorum’’dur. Aşk bir kez dile getirildiğinde artık karşı taraftan istenen ve beklenen bir tatmin talebi haline gelir. (Demandante, 2014). Böylece karşı tarafın bizi olduğumuz gibi kabul etmesini bekleriz, eksikliklerimizle…

Cinsel İlişki Diye Bir Şey Yok Mudur?

Lacan, cinsel ilişkinin var olmadığını savunmaktadır. Ona göre cinsel ilişki yoksa aşk bu yokluğu gideren şey haline gelir (Badiou & Truong, 2011, s.24). Cinsel ilişki sırasında olan şey iki kişinin birleşmesi değil ayrılmasıdır, zevk tek başına yaşanan bir durum haline gelir. Aradaki bağ imgeselde kalır fakat gerçekte olan ise bireysel yaşanan şeydir. Aslında bundan yola çıkarak aşkın da bir yanıltmaca olduğu sonucuna varır Lacan. ‘’Aşk, cinsel ilişkisizliği telafi etmek amacıyla sevgiliyle kaynaşmayı hayal eden, aldatıcı bir hayal ürünüdür.’’ der (Şeker, 2017).

O halde aşk gerçekten var mıdır?

Kaynakça

Sigmund Freud(2022), Aşkın Psikolojisi, Olimpos Yayınları

Serol Teber(2003), Bilimsel Bir Peri Masalı: Freud’un Aile ve Tarihsel Romanı. Okuyan Us Yayınevi.

Lacan, J. (1949). The mirror stage as formation of the function of the I as revealed in psychoanalytic experience. Reading French Psychoanalysis, 119-26

Öner Bulut, S. (2018). Sadakat-Merkezli Çeviri Söylemini Lacancı Psikanaliz Çerçevesinde Yeniden Düşünmek . Rumelide Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi , Özel Sayı, 266-273 . DOI: 10.29000/rumelide.454277

Mansfield, N. (2006). Öznellik, Freud’dan Haraway’e Kendilik Kuramları. H Çetinkaya, R. Durmaz (çev.). İzmir: ARA-lık.

Sarup, M. (1995). Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm. A. Bâki Güçlü (çev.). Ankara: Ark.

Demandate, Darlene (2014). Lacanian Perspectives on Love. Kritike 8 (1):102-118.

Gençöz, T. (2022). Freud’dan Lacan’a Vaka İncelemeleri ve Psikanalitik Değerlendirmeler. Nobel Yayınevi.

Badıou, A., Truong, N. (2011) Aşka Övgü. Can Yayınları

*Bu yazı Psikoloji Ağı editörlerinden Oğulcan Veli Öztürkmen tarafından Psikoloji Ağı Yayın İlkelerine göre düzenlemiştir.

Bir yorum yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir