Kayıp bizim için ne ifade eder? Bir şeyi, birini ya da bir fırsatı kayıp ettiğimizi ne zaman fark ederiz? Bir deneyimi kayıp olarak nitelendirmek için sadece fiziksel bulgulara bakmak yeterli midir? Çoğu zaman var oluşu ya da yok oluşu, bir nesnenin artık orada olmayışı ya da bir anlık gözden kayboluşu üzerinden yorumlarız. Bir yakınımızın ölümünün ardından onu kaybettiğimizi söyleriz. Artık hayatımızda olmayan biri için ayrıldığımızı veya hayatın bizi ayrı yollara koyduğunu dile getiririz. Farklı dillerde bu durum, ayrılıp giden kişinin bir diğerini eksik bıraktığı, artık o yanının tam olmadığı şeklinde de ifade bulmuştur. Örneğin; “tu me manques” ifadesi özne tarafından muhatabına söylendiğinde, Türkçedeki “seni özlerim” anlamından farklı olarak Fransızcada “sen bende eksiksin” biçiminde anlam bulur. Burada gramatikal olarak eyleyenin özne değil ama öznenin muhatabı olduğu açıkça görülebilir. Var olduğu düşünülen şeyin artık orada ve o haliyle bulunmayışıyla, kaybıyla yüzleşilir.
Aslında her birey bu evreleri, yaşamının ilk yıllarından itibaren deneyimler. Anneyle ya da ona bakım verenle kurduğu bir bütün olduğu düşüncesi; kendini eksik bırakılmaya, bu eksikle başa çıkmayı öğrenmeye, zaman zaman ayrı düşmeye ve bazı yanılsamalarla birlikte bazı şeylerin inşası için kayıplara alan tanımaya dayalı süreçlere bırakır. Düşe kalka büyümek, kişinin fiziksel olduğu kadar ruhsal inşasında da önemli yer tutar. Kendinin farkında olmaya başladığı, kendini ortaya koyduğu, zaman zaman da ayrışmayı deneyimlediği anlarda başvuracağı yer her zaman bu olaylara yönelik geçmiş pratikleri olacaktır. Çocukların ilk deney laboratuvarı ailedir. Bu ailenin sahip olduğu dinamiklerdir. Çocukla çalışan uzmanlar bu öğretilerin farklı şekillerde oluştuğunu, geliştiğini ve farklılaştığını düşünseler de temel anlamda birleştikleri yer aile faktörünün önemi üzerinedir.
Doğum, bebek için dünya sahnesindeki fiziksel bir başlangıç olsa da aileler için bir kırılma noktası işlevindedir. Kadın ve erkek, kendilerine dair tüm tanımlamalarının yanına anne ve baba olma durumunu da ekleyeceklerdir. Bu her ne kadar doğum anından sonra kazanılan bir vasıf gibi dursa da ebeveynlerin ruhsallığındaki bebek, onu dünyaya getirme fikriyle birlikte anne babasının düşleminde var olmaya başlamaktadır. Dolayısıyla fetüs, henüz anne karnındayken annenin duygulanımlarını duyumsamakta ve onlara cevap verebilmektedir. Doğum öncesi dönemde, bebeğin büyümesiyle birlikte annenin bedeninde değişimler meydana gelmektedir. Anne adayının bu değişimleri benimsemesi ve bu değişimlere dair duygularını henüz doğmamış bebeğine aktarması bağlanmanın temellerini oluşturmaktadır. Annenin, bebeğini dinlemek için orada fiziksel ve ruhsal olarak var olması, bebeğin ise annesine gereksinimlerini aktarmaya çalışması karşılıklı kurulan bu ilişkinin güvenli bir temele oturmasını sağlar. Bağlanmayı kuramsallaştıran Bowlby’ye göre; dünyaya karşı merak duygusu içerisinde olan bebek bu güvenli bağ sayesinde, çeşitli araştırmalar sonucunda anneye geri döndüğünde orada olacağından emin olduğu bir yer atfetmektedir. Dolayısıyla anne imgesinden yola çıkılarak bebeğin ötekilerle kurduğu ya da kuracağı ilişkileri değerlendirilebilmektedir. Bebek ile anne arasındaki bu ilişki baba ve kardeşler gibi diğer ötekilerin katılımıyla birlikte daha da çeşitlenir ve bebeğin gelişimiyle birlikte bu bağlanma süreci de şekillenir. Dünyaya gelen bebek tüm bu kurgunun içinde kendine bir rol edinir.
Bebeklik döneminde kurulan bu güvenli bağlanmanın ergenlik döneminde de güvenli bağlanma şeklinde tezahür edeceği, güvensiz bağlanmanın ise ergenlik döneminde ötekilere güvenli bağlanma ihtiyacını doğurabileceği düşünülmektedir. Kimlik gelişiminin mühim bir parçasını oluşturan bu dönemde kurulan bağların niteliği, dönemsel ve ileride yaşanabilecek problemlere dair ipuçları vermekle birlikte bunların çözümüne dair bireyin geliştireceği baş etme yöntemlerinin belirleyicisi olabilmektedir. Ergenlik dönemindeki bireyin çocukluğundan itibaren beraberinde getirdiği yargılar, tanımlamalar, doğru ve yanlışlar alaşağı olur. Yeniden bir inşa gerekir. Artık çocukluk söyleminden çıkan ergen, ebeveynleri tarafından tanınmayı bekler halde oradadır. Kendi sözünü söylemeye çalışan ergenin farklı bir yerden ele alınması, başka bir kulakla dinlenmesi gerekmektedir. Çoğu zaman erişkin olmakla çocuk olmak arasında sıkışıp kalan ergenlerin bu öznel yapılanmasının tanınmaması ailelerin çocuklarını duygusal anlamda yitirmeleri, aralarındaki ilişkinin kaybolduğunu düşünmeleri şeklinde vuku bulmaktadır. Bu uzaklaşmanın sağlıklı–sağlıksız, olağan-olağandışı şeklindeki ayrımını yapacağımız noktada, kurduğumuz iletişimin niceliğinden çok niteliğine bakmak faydalı olabilmektedir. Çocuğunuzun değişen bedenine, beğenilerine ne kadar alan tanıyıp onu kabullenebildiğinize odaklanmak bir pusula görevi görebilir. Buradaki kabulleniş veya reddediş, ergen bireyin kendini dış dünyaya, ötekilere ve hatta kendine bile kabul ettirmesi yönünde yıkıcı ya da yapıcı bir tutum sergilemesine ön ayak olabilmektedir. Çocukluk döneminde kullanılan haritalar, ve kestirme yollar artık bu yeni düzlemde çok da işe yarar halde olmamaktadır. Yeni bir keşif yapma noktasında aileler direksiyonda değil yan koltukta oturarak kılavuzluk yapmayı öğrenmeli, yeni yolların keşfine ergenle birlikte çıkabilmeyi başarmalıdır.
Bebeklikten itibaren giderek büyüyen ve değişen birey genellikle fiziksel durumlara dair çevresinden geri bildirimler almaktadır. Örneğin; bir bebeğin yeni bir kelimeyi kullandığını, artık yürüyebildiğini ebeveynleri gözlemleyebilir. Aynı şekilde bir ergenin boyunun uzadığı, sesinin değiştiği, yüzünün sivilcelenmeye başladığına dair ailesi ve çevresi geri bildirim verebilir. Fakat, değişen ve devinen sadece görülebilen kısım değildir. Ruhsallıktaki değişimler, duyguların farklılaşması onları tanımaya ve anlamlandırmaya yönelik ihtiyacın giderek artmasını da beraberinde getirir. Duyguların tanınması ve anlam kazanması, bizi yine bebeklik dönemine götürmektedir. Anne bir tercüman gibi bebekten gelenleri deşifre etmeye başlar. Bebeğin henüz olgunlaşmamış ruhsal aygıtının gelişmesi, anneden gelen bu tercümelerle birlikte olur. Örneğin; komik bir ses çıkardığında annenin yüzünün gülmesi, yaramazlık yaptığında kaşlarının çatılması, yeni bir eyleminde annenin hayretle kendisine bakması, bu hareketleri bebek için yorumlanabilir hale getirmektedir. Winnicott, bebeğin uyarılarına verdiği tepkilerle annenin, bir ayna görevi üstlendiğini belirtir. Bebeğin, annenin yüzüne baktığında orada kendisini gördüğünü iddia etmektedir. Bir başka deyişle “anne, bebeğe bakmaktadır ve nasıl göründüğü orada ne gördüğüyle bağlantılıdır.” ifadesini kullanmaktadır. Aynı şekilde, annelerin, bir süre sonra bebeğin ağlayış şeklinden hangi ihtiyacının olduğunu kavramaya başladığı ve bu ihtiyacına yanıt verdiği de gözlemlenebilmektedir. Bebeğinin ihtiyacına kulak kabartan ve geliştirdiği çözümlerle yanıt veren anne, bebeği belirsizlikten kurtarmış olur. Bu noktada duruma yönelik duyguları da barındıran sözel ifadelerle dönüşler, bebeklik döneminden daha ileri yaşlara uzanan dönemler için; duyguların tanınması, anlamlandırılması ve ifadesi yönünde sağlam bir zemin oluşturmaktadır.
Ebeveynler, çocukların duygusal olarak sosyalleşmesinde önemli bir rol oynarlar. Duygusal açıdan sosyalleşme, çocukların empati yeteneğini, duygularını tanıma ve bunları kendi kendine düzenleme becerilerini, kişiler arası problemli durumları çözme becerilerini etkiler. Sosyal yaşantılarından alacakları verim, zaman zaman yardım talebinde bulunma ve paylaşımın niteliği bunlarla ilişkilidir. Duygusal sosyalleşme bireyin; öfke, korku, mutsuzluk gibi yoğun ve olumsuz olarak nitelendirilen durumları yaşadıkları anlarda kendisini gösterir. Kliniklere gelen bireylerin çoğu duygularını tanımamakta, ifade edebilmekte zorlanmakta ve ne şekilde bir yardım talebi içerisinde olduklarının açmazını yaşamaktadırlar. Günümüzde teknoloji sayesinde ebeveynler daha da bilinçlenip çeşitli olumsuz durumlara karşılık önlemler alabilmektedirler. Tüm bunları yaparken, gerek terapi ortamında gerek kişiler arası ilişkilerde esas koruyucu, kollayıcı ve geliştirici olanın aslında sahip oldukları ilişkilenme becerisi olduğunu gözden kaçırabilmektedirler. En doğal, kendiliğinden gelişen ve zengin ansiklopedinin, çocukla kurulan ilişki olduğunu gözden kaçırmamak ve arada her aile için eşsiz olan bu ansiklopedinin sayfalarını karıştırmak bazen size ihtiyacınız olan yardımın çok da uzaklarda olmadığını gösterebilir. Önemli olan; bu ilişkinin kesintiye uğrayıp kaybedilmemesi adına sürekli revize ederek, yeniden orada tüm benliğimizle bulunmaya gönüllü olmak olduğunu görebilmektir.
Hangi yaşta olursa olsun bireyler, ailelerin çocuğu olarak kalmaktadır. Her birey gibi yaptıkları yanlışlarda, hayal kırıklıklarında bir dayanak aramakta ve bunun için en yakınındaki yere yönelmektedir. Bu anlarda ebeveynlerin takındıkları tutumlar bu iletişimin sürdürülebilirliğini sağlamakta ya da bu iletişimi sonlandırmaktadır. İçinde etkin bir dinlemeyi barındırmayan, kalıp yargılardan arınamamış, çözüm ya da alternatif yolların birlikte inşasından uzak, yargılayıcı söylemler beraberinde ciddi iletişimsel ketlenmeleri de getirebilmektedir. Bebeklik döneminde ağladığı zamanlarda bebek için yatıştırıcı anne kucağıdır. Çocuklukta, ergenlikte ve hatta erişkinlik döneminde birey, bu soluklanmayı en güvendiği korunaklı yerinde yani ailede aramaktadır. Çocuklar büyürken bu güven veren, kabullenici ortam kurulamadığı takdirde bu ihtiyaç ömür boyu dışarıda aranan bir unsur olarak bireyin eylemlerinde kendini gösterebilecektir. Çocuğun merak ettiği şeyleri en doğru kanal olan aileden öğrenmesi esas olmalıdır. Aile bu konuda eksiklik hissediyorsa ya da bocalıyorsa yardım almaktan ve birlikte bir öğrenme sürecine girmekten kaçınmamalıdır. Keşfe çıkan her birey, döneceği bir evi olduğunu bilmek ister ve bundan güç alır. Bu noktada; çocukları, kendi doğrularına ve desteğine bağımlı hale getirmeden, kararlarını kendileri alabilecekleri ve danışmak istedikleri noktada da orada olduğunuzu bilecekleri bir zemin yaratmak önemlidir. Bu zeminin kaygan olmaması, hayat boyu ayaklarının üstünde durmakla sınanan her yaştaki birey için önemli bir noktadır. Çocuğunuzla kurduğunuz ilişkinin temeline bakmak, zaman zaman yanlışlar yapılabildiğini kabul ederek iyileştirmeye odaklanmak ve doğrudan sevgiye dayalı iletişimin gücüne güvenmek esas olmalıdır.
Ünlü Psikiyatri Profesörü Irvın D. Yalom da oldukça içten, kendi deneyimlerine dair anlatımlarının olduğu bir yazısında ilişki kurabilmenin gücünden şöyle bahseder:
“…çıktığımız keşif yolculuğunda doğaçlama yapmak zorunda kaldığımızı fark ederiz. Eskiden bu duruma çok sinir olurdum ama şimdi, altın çağım dediğim dönemde, insan düşüncesinin ve davranışlarının ne kadar öngörülemez ve karmaşık olduğuna hayret ederken, kendi kendime sessizce ıslık çalıyorum. Şimdi, belirsizliğin karşısında titremiyor, her şeyin belirli olduğu varsayımının kibirden ibaret olduğunu görebiliyorum. Şu an emin olduğum tek bir şey varsa, o da içten ve sıcak bir ortam yaratabildiğinde, hastalarımın, ihtiyaç duydukları yardıma, çoğu zaman tahmin bile edemeyeceğim müthiş yollardan erişeceğidir.”
Kaynakça
Bowlby, J, (1969). Atalık ve Kayıp: Vol.1. New York, Temel Kitaplar
Bowlby, J (1973). Atament ve LOSS. Vol2: Ayrılma: anksiyete ve öfke. New York, NY: Temel Kitaplar
Winnicott, DW (1971). Oynama ve Gerçeklik, Londra: Routledge.
Yalom,D.Irvin (2018). Günübirlik Hayatlar.(Elif Okan Gezmiş,Çev.) İstanbul: Pegasus Yayınları.
*Bu yazı Psikoloji Ağı editörleri tarafından Psikoloji Ağı Yayın İlkelerine göre düzenlemiştir.